Kur’an’ı anlamada yanlışlarımız ve sonuçları
Bir önceki yazımda, ‘din’in amacının “celb-i menfaat, def’-i mazarrat/mefsedet” şeklinde formüle edildiğini, Allah ihtiyaçtan münezzeh olduğu için bu ifadedeki “menfaat” ve “mazarrat”ın insanla ilgili olduğunu belirmiştim. Hanefî usûlcülerinin önem verdikleri, “gelişen şartlara göre bireylerin ve toplumların hayatlarını ‘güzelleştirici’ ve rahatlatıcı, onlara kolaylık sağlayıcı, hareket alanlarını genişletici çözümlere ulaştıran delil” anlamında istihsan yönteminden de bahsetmiştim.
Fakat Ehl-i Hadis, İmam Şâfiî (ö. 204/820) ve büyük kısmını Şâfiîlerin oluşturduğu ulema çoğunluğu, Kur’an ve Sünnet’ten uzaklaşılacağını ve yeni bir şeriat üretilmiş olacağını ileri sürerek, Ebû Hanîfe’nin (ö. 150/767) öncülük ettiği ‘istihsân ve ‘re’y’e (aklî görüş ve düşünceye) karşı hep olumsuz tavır takındılar. Bu suretle Müslüman toplumlar ve yöneticiler “din elden gider” tehdidiyle korkutuldular.
Oysa, ‘aslında Yüce Allah, insanî ve toplumsal huzur ve ahengin, hatta günümüzde büyük bir sorun haline gelmiş bulunan çevresel ve doğal düzenin korunması ve geliştirilmesini amaçlayan iyilik, güzellik ve yararlılık ((husün/istihsân – salâh/maslaha, çoğulu: mesâlih) ilkelerini Kur’an’ın özüne ve ruhuna yerleştirmiştir. Bugün Müslümanlar, Kur’an’ı ve İslam’ı hâlâ bu gözle okumamanın bedelini ödüyorlar.
Ayetler, Kur’an’ın dünyaya dönük en yüksek amacının, toplumun ‘salâh’ı (iyiliği) ve yeryüzünün / ülkenin ‘imar’ı (geliştirilip güzelleştirilmesi) olduğunu göstermektedir. Buna karşılık toplumsal ve doğal düzeni bozup tahrip eden (fesad) ve bunlarda fesat çıkaranları kınayan çok sayıda ayet vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de ‘mîzân’ kısaca “adalet ve denge” anlamına gelir. ‘Mîzân’ kelimesinin üç defa geçtiği Rahmân (55) suresinin ilk 12 ayetinde, özetle, insan ilişkilerinde adaleti, doğada dengeyi korumamız gerektiği bildirilir. Bir yoruma göre bu surenin “Allah insana beyanı öğretti” anlamındaki 4. ayeti, “Allah’ın insanı bilgi varlığı olarak yarattı” demektir. Buna göre surenin bu bölümünde, insanoğlunun bilgisini, toplumda adaleti, tabiatta düzen ve dengeyi korumak için kullanması istenmiştir.
Ayrıntıya dair bütün Kur’an hükümlerini, bu ana ilkeyi yani küllî ‘mizân’ı (adalet, denge ve düzeni) ihlal etmeyecek, ona hizmet sunacak şekilde anlamamız ve uygulamamız gerektiği kanaatindeyim. Kur’an’ın ilgili ayetlerini hem insan ilişkilerinde adalet ve hakkaniyeti hem de doğayı, doğal denge ve düzeni koruyup geliştirme yönünde anlamamızın önünde hiçbir engel yoktur. (Uzman kişiler ve kuruluşlar orman yangınlarının %88-90’ının insan unsurundan kaynaklandığını belirtiyorlar.)
Kur’an, –Salih peygamberin dilinden- Semûd kavmine, “Allah sizi yerden var etti ve orayı mamur hale getirmenizi istedi” denildiğini bildirir (Hûd 11/61). Ayetteki “mamur hale getirmenizi istedi” diye çevirdiğimiz “ista‘mere” kelimesiyle “ömür” (umr: yaşama/yaşatma) ve “umrân” (uygarlık) aynı köktendir. Ayette birbirini tamamlayan bu üç anlam da vardır. Buna göre, insanın dünyada yaratılış gayesi, dünyayı insanıyla doğasıyla yaşatıp geliştirme, uygarlaştırmadır. İnsanın yeryüzünde ‘halife’ olarak yaratıldığını bildiren ayetleri de bu sorumluluk yönünde anlamamız gerekir.
***
Kur’an’ın belirtilen hedefini gerçekleştirmek amacıyla erken dönemlerden itibaren, Hanefîlerde (‘husün[güzellik]’den) istihsân yöntemi ve Mâlikîlerde (‘salâh’tan) istıslâh yöntemi geliştirilmiştir. Özellikle İmam-ı Azam Ebû Hanife, insanın bireysel ve sosyal ihtiyaçlarını esas alarak –mesela- zekâtı verilecek malın ‘ayn’ının yerine ‘kıymet’inin de verilebileceğine istihsân yöntemiyle içtihat etmiştir. Ancak Şâfiî uleması, buna benzer fetvaları sebebiyle Ebû Hanife’ye hücum ettiler. Hâlbuki Ebû Hanife ve onu izleyen âlimler bu fetvalarıyla insanı öne çıkarıyor, kendileri canlarının istediğini yerken zengin arpa üretti diye fakirin önüne arpa koymasını dinen gerekli gören Şâfiî ulemasının içine düştüğü ahlâkî çelişkiyi ortaya koyuyorlardı. Kendi tercihlerinin ise daha ahlâkî ve (‘istihsan’dan) müstahsen (iyi ve güzel), dolayısıyla da ilgili nasların ‘maksad’ına daha uygun olduğunu düşünüyorlardı.
Hanefîler dışındaki ulema çoğunluğu neden dar düşünüyorlar? Çünkü konuyla ilgili nasların amaçlarını dikkate almak yerine, sadece nasların zahirde ne dediğine bakıp, anlamı lafızla sınırlıyorlar. Sonuçta da -mesela- “Zekât olarak, hurma üreten hurma, buğday üreten buğday, arpa üreten arpa vermek zorundadır; bunların yerine değerini veremez” diyorlar.
Basitçe, Müslüman dünyanın, en başta da ulema ve ümeranın, “Bizim yaşadığımız dünyevi şartlar içinde Kur’an bize ne diyor?” sorusu sormaları gerekiyordu. Bunun yerine, nasların sırf lafzına ve zahirine bakmaları, kendi sorunlarını geçmiş devirlerde üretilmiş çözümlerde aramaları Müslüman aklını ve hayatını zamanla dondurdu.
Çok acı olduğu için görenlerin çoğunun da göstermeye cesaret edemediği gerçek şudur: Geçmişte ve günümüzde Müslüman dünyanın bireysel, toplumsal ve uluslararası düzeyde yaşadığı bütün (hukuki, ahlâkî, siyasi…) sorunların asıl nedeni bu donmuşluktur.
