Kur’an’ı lafızcı ve parçacı anlama, bunun günümüze yansımaları
Din âlimlerimizin baskın kesimi, mezheplerin teşekkül etmeye başladığı hicrî üçüncü yüzyıldan itibaren Kur’an’ı, görünüşte dinî kaygılarla, gerçekte ise daha çok mezhebî, siyasal, etnik vb. sebeplerle lafızcı ve parçacı okuma ve yorumlama yöntemini tercih etmiş, bu yaklaşımı ısrarla sürdürmüşlerdir.
Bu yaklaşım, ulemanın üzerinde ittifak ettiği, birbiriyle tutarlı ve sistemli ortak genel prensiplere ulaşmalarını engellemiştir. Ulema, Müslümanlar arasında ittifak noktalarını çoğaltmaktan ziyade ihtilaf noktalarını çoğaltan bir yol izlemişlerdir. Onların hukuk, ekonomi, ahlak gibi sosyal alanlarda yazdıklarına, bu yazılanlarla Müslüman toplumların o alanlardaki gelişme (daha doğrusu gelişememe) tarihine baktığımızda bu ihtilaf yönteminin pratik hayattaki olumsuz etkilerini açıklıkla görürüz.
Oysaki âlimlerin, ayetlerin –zâhirî ve lafzî anlamlarının yanında– hem Kur’an’ın bütününü hem de vahiy ortamının tüm şartlarını hesaba katarak, o lafızların o şartlarda taşıdığı mana ve maksadı anlama yoluna gitmeleri gerekiyordu. Onlar, böyle bir bütüncül, gayeci ve metodik okumayı yorum geleneği haline getirselerdi, kanaatimce, Batı’da yaşanan Aydınlanmadan asırlarca önce –üstelik Batı Aydınlanmasının ürettiği, giderek küreselleşen insanî ve ahlâkî sorunlardan da korunmuş– bir İslâm Aydınlanması ’nı gerçekleştirebilirlerdi. Günümüzde bir İslâm Aydınlanmasının başarılması için de sözünü ettiğim bütüncül, gayeci ve metodik okuma yöntemini uygulamanın şart olduğuna inanıyorum.
***
Kur’an’ı doğru anlamak için belli dönemlerde inen ayetler ile o dönemden itibaren muhatap kitlenin (Sahabenin) hayatında meydana gelen değişimleri, yani ayetlerle olgular arasındaki ilişkileri izlemek de gerekir. Mesela –ikisi de “adalet” manasına gelen– adl ve kıst kavramlarını içeren ayetler, bir Müslüman toplumun teşekkül sürecine girdiği Mekke döneminin sonlarında gelmeye başlamış, Medine döneminde devam etmiştir. Bu yıllarda inen adalete ilişkin ayetlerin yeni Müslüman toplumun ticaret, evlilik ve aile hayatı, yargı, şahitlik, kabilelerle ittifaklar gibi sosyal ve siyasi alanlarda ne gibi değişikliklerin meydana geldiğine bakarak, bu bilgilerin toplamından elde ettiğimiz veriler ışığında Kur’an’ı daha doğru anlayabiliriz; böylece Kur’an’ın zengin rahmetinden günümüz için faydalar sağlarız.
Buna ilişkin en dikkat çekici ayetlerin birinde “Elçilerimizi açık kanıtlarla gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye yanlarında Kitabı ve mîzânı (hak ve adalet ölçütünü) indirdik” (Hadîd 57/25) buyrulmuş; böylece peygamberlerin ve ilâhî kitapların gönderilişinin en temel amaçlarından birinin toplumda “adaleti ayakta tutmak” olduğu belirtilmiştir. Bu ve benzer ayetlerdeki insan ve toplum odaklı ahlak ve hukuk ilkelerinin Medine toplumunda nasıl bir değişime yol açtığının izlenmesi, genel olarak Kur’an’ın aslî ve evrensel amaçlarının keşfedilmesine çok değerli katkılar sağlayacaktır.
Kur’an’ı, belirttiğimiz şekilde, metodik ve bütüncül olarak, olgulardaki gelişmelerin ışığında ve toplumsal hayatı kucaklayıcı bir bakışla anlamak gerekiyordu. Kur’an’ı böyle okumaya çalıştığımızda onun, insanları, tevhid (özgürce birliğe katılma) ilkesinden beslenen, istişare ve ortak karara önem veren, âdil ve dürüst birey, toplum ve yönetim inşasına çağıran bir yapıya sahip olduğunu görürüz.
Fakat mezheplerin teşekkül döneminden itibaren İslâm kaynakları (Kur’an, Sünnet ve Sahâbe yorum ve uygulamaları) bütüncül ve metodik bir şekilde okunmadığı için, zamanla hukuk, ekonomi, siyaset gibi dünyevi alanlarda hayatın değişim temposuna paralel biçimde gelişen ve yenilenen hükümler sistematik olarak üretilmemiş, bireylerin yanında devleti de bağlayıcı yasal düzenlemeler yapılamamıştır.
Gerçi ‘şûrâ’, ‘siyaset-i şer‘iyye’ gibi kamu hukukuyla ilgili bazı terimler üretilmiştir. Fakat fıkıhta “kamu hukuku meselelerinde ortak görüş sağlama” anlamında kullanılan şûrâ devlet başkanı hakkında bağlayıcı görülmemiştir (Talip Türcan, “Şûrâ”, TDV İslâm Ans., 39/233, 234). Siyaset-i şer‘iyye prensibi, “kamu otoritesinin özellikle kamu hukuku alanında dinin genel ilkelerine ters düşmeyecek düzenlemeler ve bu çerçevede uygulamalar yapma yetkisi” şeklinde tanımlanır (bk. H. Yunus Apaydın, “siyaset-i şer‘iyye”, TDV İslâm Ans., 37/299). Fakat uygulamada devletin bu konudaki yetki ve sorumlulukları yasalara bağlanmadığı, böyle bir bilimsel ve hukuki zihniyet oluşturulmadığı için siyaset-i şer‘iyye ilkesinden beklenen faydalar da temennide kalmıştır.
Modern dönemde Müslüman toplumların yaşadıkları en büyük sorunlar devlet-toplum ilişkisindeki gerilimden kaynaklanmakta, bu gerilim hukuktan ekonomiye ve uluslararası ilişkilere kadar pek çok alanda olumsuz sonuçlar üretmektedir. Bu gerçek, kamu hukuku alanının boş bırakılmasının Müslüman toplumlara maliyetini göstermektedir.
