Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça…
Öncelikle, topyekûn 2020 gazisi olan tüm insanlık ailesi namına cümlemiz için geçmiş olsun diyelim, 2021 yılı için de “gelen gideni aratmaz inşallah” diye temenni edelim... Yeni yıla adım attığımız şu günlerde sağlığı koruma kaygısıyla adeta paranoyaklaşmamız bir yana, salgın/pandemi tedbirlerinden dolayı ekonomik hayatın alt üst olması ve özellikle işçisinden küçük esnafına kadar her gün çalışmak suretiyle hayata tutunabilen milyonlarca insanın medar-ı maişet imkânlarının çok büyük ölçüde ortadan kalması gerçekten çok can yakıcı… Hâl böyleyken, kimi görgüsüzlerin birkaç günlük yılbaşı tatilini nasıl da keyifli geçireceklerine dair sosyal medya paylaşımları yapması çok daha can yakıcı... Daha doğrusu, insanlık evrimini henüz tamamladıkları anlaşılan sayısız insanımsıyla bir arada yaşamanın verdiği acı da işin cabası… Hiç şüphesiz bu zor zamanlar insanlık sınavı açısından adeta turnusol kâğıdı gibi… Herkes bugün yapıp ettikleriyle insanlık adına kaç paralık ederi olduğunu gösteriyor sadece… Elbet bu zor zamanlar da geçecek, tıpkı Kul Hüseyin’in, “Buna dünya derler hepsi geçer; hangi günü gördün akşam olmamış…” dediği gibi, elbet geçecek. O halde, belaya karşı proaktif bir eylem olarak sağlam bir sabır (direnç), nimete de her daim şükür…
Gelgelelim, yazının başlığındaki “Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça…” ifadesine, bu ifadenin devamı “sahici bir değer ve anlam taşımaz” diye tamamlanabilir. Aslında söz konusu ifade, “Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” vecizesiyle de irtibatlandırılabilir. Fakat hususen belirtelim ki “Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” demek, mefhum-i muhalif itibariyle “Herkes sınanmadığı günahın suçlusudur” demek değildir. Çünkü insan kınayıp ayıpladığı bir şeyi kendi hayat tecrübesinde yaşamadan, yani başkasında görüp kınadığı şeyle bizzat karşılaşmadan, nasıl davranacağını bilemez. Bu yüzden, başımıza gelmemiş haller hakkında ahkâm kesip insanları kınamak ve acımasız yargı cümleleri kurmak dinî-ahlâkî sakıncası bir yana “adamlık raconu”na bile terstir. Ortalama düzeyde vicdan sahibi olan bir kimsenin kendi başına gelip de cebelleşmediği, dolayısıyla başına geldiğinde nasıl bir tavır sergileyeceğini önceden kestiremediği birtakım kötü hallerden dolayı başka insanları kendi vicdanlarında boğup nefessiz bırakması ne dine, ne ahlaka ne de insanlığa sığar.
“Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu değildir” düsturundan yola çıkıldığında, “Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça sahici bir değer ve anlam taşımaz” sözüyle anlatılmak istenen şey de az çok anlaşılır. Öte yandan, Saf 61/2-3. ayetlerde, “Ey müminler! Yapmayacağınız şeyleri ne diye söyler durursunuz? Yapmayacağınız şeyleri dillendirmeniz Allah nezdinde büyük bir nefretle karşılanır” diye beyan edilen husus, “Bir fikir kudret ve imkânla sınanmadıkça, sahici bir değer ve anlam taşımaz” sözüyle en azından bir yönüyle bağdaşır. Keza Ziya Paşa’nın “Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde…” dizeleri de yine aynı durumu anlatır.
“Bir fikir imkân ve kudretle sınanmadıkça sahibi bir anlam ve değer taşımaz” sözünün gerçek hayattaki tezahürleri özellikle siyaset ve din alanlarında görülür. Türkiye’deki reel politik serencama göz atıldığında, muhalefet döneminde iken müthiş bir hararet ve iştiyakla dillendirilen fikirler ve vaatler ile iktidar döneminde ortaya konulan işler arasında yapılacak basit bir mukayese dahi size çok şey anlatır. Cumhuriyet dönemi siyasi tarihimiz, iktidar imkânından yoksun olunduğu zamanlarda namus, şeref gibi sahiplenilen fikirlerin iktidar kudretiyle sınandığında neye dönüştüğüne veya nasıl da buhar haline geldiğine dair sayısız kötü hatıralar barındırır. Özellikle muhalefet döneminde kimi zaman çok ajitatif bir mağdur diliyle en çok şikâyetçi olunan uygulamalara iktidar döneminde sahip çıkmak ve eskisinden daha fazla uygulama arzusuyla başka mağdurlar yaratmak, adeta siyasi tarih yasamız ve değişmeyen yazgımızdır.
Ne yazık ki artık cümle alemin diline pelesenk olan “eski mücahitler şimdi müteahhit oldu” sözünün de imlediği üzere İslamcılar söz konusu siyasi yasayı uygulama şampiyonları olarak tarih envanterine girmeyi çoktan başardılar. İşte bu yüzden yanarım yanarım da, 1990’lı yılların başlarında benim gibi birkaç “İslamcı” arkadaşla taşradaki en ücra köy kahvelerine gidip bu ülkenin daha özgür, daha refah, daha mutlu bir ülke olacağı hayaliyle ve aynı zamanda dinî-ahlâkî bir misyonu ifa hevesiyle “batak” veya “hoşkin” (hoşkil?) oynayan -not: “modernist” ve “tarihselci” diye etiketliyim; fakat yarım asrı çoktan devirmiş olmama rağmen okey bile nasıl oynanır hâlâ bilemedim- vatandaşların müstehzi tavırlarını sineye çek çeke bir şeyler anlatmak için didindiğimiz zamanlara yanarım…
“Bir fikir, bir iddia veya söylem yapıp etme imkânı ve kudretiyle sınanmadıkça gerçek bir anlam ve değer taşımaz” sözünün din alanındaki yansımalarına gelince, kuşkusuz bu bağlamda da çok şey söylenebilir; fakat gerçek hayat tecrübesinde hepimizin bildiği ve hemen her zaman da tanık olabileceği çok basit bir örnek bile meselenin anlaşılmasına kâfidir. Bilindiği üzere vaaz kürsülerindeki vaizlerin, minberlerdeki hatiplerin dilinden adeta bal damlar… Vaizler ve hatipleri dinlerken adeta “Riyâzü’s-Sâlihîn” adlı hadis kitabındaki tüm nebevi-ahlâkî öğretiler ete kemiğe bürünmüş, vaiz/hatip diye görünmüş” gibi algılarsınız; ama gerçek hayat alanına adım attığınızda vaiz ve hatibinden cemaatine kadar hemen hiç kimsede “Riyâzü’s-Sâlihîn”den pek bir şey kalmadığını tanık olursunuz. Bu tespiti nakzedecek çok güzel örnekler ve örnekliler de kuşkusuz vardır; fakat genel manzaramızın tasvir ettiğimiz şekilde olduğu da gün gibi ortadadır. “Vesselâmü alâ menittebea’l-hüdâ” (Taha 20/47)