Bir insan ömrünü neye vermeli?

Yazının başlığındaki ifade, “Ömür dediğin” diye de anılan bir türkünün ismi…

TRT televizyonunda aynı isimle yayımlanan çok güzel bir belgeselle de özdeşleşen bu türküyü yıllar önce ilk kez Hasret Gültekin’den -Madımak Oteli katliamında bir grup yobaz tarafından hunharca katledilen kadersiz insanlarımızdan biri- dinlemiş ve çok etkilenmiştim. Türküyü Hasret Gültekin’in yanı sıra Nazlı Öksüz-İhsan Eş yorumuyla da dinlemenizi tavsiye ederim. Şarkı türkü faslı bir kenara, kendimi bildim bileli, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu üzerine çok düşündüm… Şimdi, bazı okuyucuların bu ifademe takılıp, “Hoca, sen hala bu sorunun cevabını bilmiyor musun?” gibi beylik bir itirazda bulunacaklarından adım gibi eminim; ancak böyle bir itirazda bulunacaklara, “Su gibi akıp giden ömrümüzü neye verdik?” diye kendi kendilerine düşünmelerini tavsiye ederim.

Dindar insanlar, “Ömür Allah’a adanmalı” diye düşünürler. Evet, bu hakikatli bir düşüncedir. Çünkü bizim tek gerçek sahibimiz, malikimiz, seyyidimiz Allah’tan başkası değildir. Ancak benim buradaki meramım/maksadım, ömrü Allah’a adamanın gerçek hayattaki karşılığının ne olması ya da hayatın ne uğruna harcanması gerektiği meselesini açıklığa kavuşturmaktır. Birçok insan nezdinde hayatın amacına eşitlenmiş görünen mutluluk ve huzur gibi şeyler kanımca ömür sermayesini hangi değer veya değerler uğruna harcamak gerektiği meselesine nispetle tali/ikincil bir konudur. Bana göre “erdem” ve “erdemli yaşam” gibi kavramlar çok daha ön planda durur. Peki, erdem hangi temel üzerine oturur? Bu soruya verilebilecek en kestirme cevap, kanaatimce, “iyilik” kavramında ifadesini bulur. “İyilik” ilk planda amorf (şekilsiz, biçimsiz, çerçevesiz) bir kavram gibi görünse de gerçek durum bundan farklıdır. Kuşkusuz insan gayba muttali olma imkânı bulunmadığından, hayatta attığı adımların ilerleyen zamanlarda hayra mı yoksa şerre mi varacağını bilemez ve dolayısıyla bu anlamda iyilik ve kötülüğün ne zaman, ne şekilde karşısına çıkacağını kestiremez. Fakat insan “iyilik” denen şeyin ne olduğunu zevkiselimiyle bilebilir. Kısacası, iyilik -sanıldığı gibi- muğlak bir kavram değildir.

Dinî açıdan bakıldığında iyilik, en kapsayıcı anlamıyla, “hasene” kelimesinde karşılık bulur. Hepimizin ezberinde olan ve namazda da dua babında okunan, “rabbenâ âtinâ fi’d-dünyâ haseneten ve fi’l-âhireti haseneten…” (Rabbimiz! Bize bu dünyada da ahirette de iyilik ve güzellikler bahşet) ayetindeki (Bakara 2/201) “hasene” kelimesi isim olarak “iyilik, iyi hal, iyi şey” anlamına gelir. Arap dilcilerine göre ise “fıtratın ve aklın iyi, güzel bulduğu şey”in karşılığı “hasene”dir. Kısacası, hasene kelimesindeki anlam örgüsünün her türlü iyilik ve güzelliği içerdiği söylenebilir. Nitekim gerek ayetler ve hadislerde gerekse klasik İslami literatürde hasene hem dinî-ahlâkî çerçevede iyi hal ve güzel fiilleri hem de insanın bedenî ve ruhî taleplerini karşılayan nimet, mükâfat, refah, huzur, saadet gibi şeyleri belirtir. Şu halde denebilir ki bir insan ömrünü “hasene”ye vermelidir. Hasene (iyilik) için harcanmayan ömür heder edilmiş ömür demektir.
Gerçi insan hâl-i hayatta “İyi olsun, güzel olsun, iyilik ve güzellikten huzur ve mutluluk doğsun” gibi bir samimi niyetle didinir ve fakat sonuçta bu niyetin içerdiği amaç/gaye, çoğu zaman insanın kendisi veya başka insan faktörü yüzünden gerçekleşmeyebilir. Büyük hayal kırıklıklarının yaşandığı böyle durumlar karşısında sergilenmesi gereken tavır, edepli ve efendice bir duruşla olan bitenleri hayra yorarak sağlam bir tevekkül ve teslimiyet göstermektir. Ayrıca hayat ringine çıktıktan sonra ne kadar kötü şeyler yaşanırsa yaşansın, sabır, sebat, vefa, saygı gibi ahlaki ve insani değerlerden vazgeçmeme kararlılığından ödün vermemek ve eğer bu değerlere sahip çıkmak uğruna insandan ve hayattan dayak yersek bundan dolayı da yerinmemek gerekir. Kısacası, “bir insan ömrünü iyiliğe vermeli” hedefinden hiçbir şekilde vazgeçmemek gerekir. Aksi halde hayat koskoca bir hiçten, dünya koskoca bir yalandan ibaret hale gelebilir. Şerîf er-Radî tarafından derlenip Hz. Ali’ye nispet edilen Nehcü’l-Belâğa adlı eserdeki şu pasajlar dünyanın nasıl bir yalan dünya olduğu hakkında yeterli fikir verir:

Ey Allah’ın kulları! Sizi terk edecek olan bu dünyayı siz de terk edin/reddedin. Çünkü onun sizi terk etmesini istemeseniz dahi o sizi terk edip gidecektir. Siz yenilensin/gençleşsin diye yanıp yakılsanız dahi dünya sizin bedenlerinizi eskitecektir… Dünyanın görkem ve ihtişamı için birbirinizle yarışmayın. Onun ziynet ve nimetine aldanmayın. Derdinden ve mihnetinden de sızlanmayın. Zira onun izzet ve ihtişamı er ya da geç sona erer; ziynet ve nimeti de yok olup gider. Keza onun derdi ve mihneti de günün birinde sona erer. Çünkü dünyadaki her süre biter, orada yaşayan her canlı bir gün göçüp gider… İmdi, size derim ki dünyaya mesafe koyun. Çünkü dünya görünüşte tatlıdır. Ter ü tazedir. Şehevi arzularla bezenmiştir. Çabucak sahip olunan ve fakat kısa sürede son bulan zevkler yüzünden kendisini çok sevdirir. Uzun boylu emeller, aldanış ve aldatışlarla müzeyyendir. Ne var ki hiçbir sevinci daimi değildir… Sevinip gülen hiç kimse yoktur ki dünya onu günün sonunda ağlatmasın. Dünyanın hiçbir ikbali (kucak açması) yoktur ki ardında idbar (sırt çevirmesi) bulunmasın. Dünyada birkaç katrelik serpintiyle ferahlayan hiç kimse yoktur ki dünya onu bela sağanağıyla ıslatmasın. Böyle davranmak dünyanın şanındandır. O dünya ki sabahleyin yardım ettiğine akşamleyin düşman kesilir. Bir yanı tat verir, diğer yanı acılara gark ederek inletir. Bir yanı sevindirir, diğer yanı yerindirir…

YORUMLAR (58)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
58 Yorum