Din, devlet ve siyasetin ortak yaşam (Simbiyoz) ilişkisi
Din, devlet ve siyaset arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Simbiyotik (birbirine muhtaç yaşama veya ortakyaşam zorunluluğu) nitelikli bu ilişkide devlet ve siyaset belirleyici role sahip olup din ve tedeyyünü (dini benimseme) kendine uygun kalıba veya değişen şartlara göre kalıptan kalıba sokar. Sami kültür havzasındaki üç ana akım dinden en kıdemlisi olan Yahudiliğin “Ahd-i Atîk” (Tanah) diye isimlendirilen kanonik kutsal kitaplar koleksiyonuna göz atıldığında, bu kitaplarda din diye anlatılan pek çok şeyin İsrâiloğulları ve Yahudilerin siyasi ve sosyal tarihindeki sorunların din diline tercüme edilmesinden ibaret olduğu gerçeğiyle karşılaşılır. Mesela, Tanah’ın altıncı kitabı olan Yeşu’da Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrâiloğulları’nın Kenan topraklarına girişi ve Yûşâ (Yeşu) önderliğinde Kenan topraklarının korkunç bir vandallıkla ele geçirilip taksim edilmesi anlatılır. Tanah’taki pek çok kitapta olduğu gibi Yeşu’da da Rab Yehova savaşkan bir kabile şefi veya siyasi lider gibi tasvir olunur. Yahudi geleneğindeki “seçkin millet” ve “Tanrı katında imtiyazlılık” gibi inançlar da esas itibariyle birer teo-politik kurgudur.
Yahudilikteki “etnik seçkinlik ve üstünlük” fikrinin kurumsal yapıya (seçkin ve üstün anlamını taşıyan Eklessia/Kilise) transfer edildiği Hıristiyanlıkta Kilise “kutsal”, “Katolik” (evrensel) ve “apostolik” (havâri referanslı) gibi vasıflarla tanımlanır; fakat tarihsel tecrübe Kilise’nin kurumsal olarak mutlak ilahi otorite ve hükümranlığı temsil iddiasıyla din/diyanetle meşguliyetten ziyade, siyasetle düşüp kalktığı ve bir bakıma başkanlık sistemine benzer bir devlet aygıtı gibi çalıştığı gerçeğini ortaya koyar. İşte Papalık ve adı üstünde Vatikan Devleti, asırlardan beri mıh gibi orada duruyor ve geçmişte olduğu gibi bugün de din kisvesi altında basbayağı siyaset yapıyor. Ortaçağ Avrupa’sında “Otuzyıl Savaşları” diye bilinen mezhep savaşlarının akabinde imzalanan Westfalya/Münster Antlaşması da Kilise ve papalık ile devlet ve siyaset arasındaki simbiyotik ilişkiye dair çarpıcı veriler sunar. Mesela, bu antlaşma metninde yer alan “seculeriser” (seküler) kelimesi Katolik kilisesi ve kardinallerin hükümranlık hakkına isyan bayrağı çeken kitleyi tanımlar.
Hristiyan gelenekteki Katolik kilisesi ve papalığın devlet ve siyasetle ortakyaşam ilişkisi İslam geleneğinde dinîlik kisvesine büründürülen “hilafet” (halifelik) kurumunda da mevcuttur. Hilafet gerçekte Seyyid Bey’in 1924’te TBMM’deki konuşmasında ifade ettiği üzere dinî değil, dünyevi ve siyasi bir kurumdur. Fakat genelde İslam kültüründe, özelde Osmanlı geleneğinde din ile devlet ve siyaset her zaman simbiyoz/ortakyaşam ilişkisiyle var olmuş ve bu tarihsel gerçek en güzel ifadesini “din ü devlet, mülk ü millet” klişesinde bulmuştur. Daha açıkçası, “din ü devlet” (din ve devlet) Osmanlı resmi söyleminde devlet katından sâdır olan fermanlar ve icraatları meşrulaştırmak için çok sık başvurulan bir formül olmuştur. Bu formülde her ne kadar din ile devlet iki ayrı referans mercii gibi sunuluyor görünse de, aslında burada birbirine eşit iki değer değil, değerler hiyerarşisi söz konusudur. Yani bu hiyerarşide aslî değer din değil, devlet ve devletin bekasıdır. Dolayısıyla din de devletin bekasına ve ulvi çıkarlarına hizmet etmekle nisbî değer kazanır. Bu noktada devlet her zaman gerçek şampiyon, din ise gönüllerin şampiyonu olarak konumlanır.
Gelinen bu noktada günümüz Türkiye’sinden spesifik bir örnek vermek gerekirse, birkaç gün önce gökten düşen taş gibi ülke gündemine düşen yeni anayasa tartışmasında 1921 anayasasına atıflar yapılması üzerine profesör unvanlı Ayasofya baş imamı “1921 ve 24 anayasalarında devletin dini İslam’dı ve laiklik yoktu. Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün” diye tweet atarken, dinî hassasiyetle konuşuyor gibi görünse de haddizatında devlet katından sâdır olmasını ümit ettiği siyasi ve ideolojik bir operasyonun fitilini ateşlemeyi hedefliyor. Kaldı ki baş imam olarak görev yaptığı Ayasofya da İstanbul fethedildiği günden beri dinden ziyade, devlet ve siyasi egemenlik mevzusu olma özelliğini koruyor.
Bu bağlamda kurumsal din, devlet, siyaset arasındaki simbiyotik ilişkinin toplum üzerinde mutlak egemenlik kurmanın ve dahi akıl sağlığını dumura uğratarak din adı altında insanları hurafeye bağımlı kılmanın en etkili formüllerinden biri olduğu hususunda Spinoza’nın “Teolojik-Politik İnceleme” adlı eserinin giriş kısmındaki tespitlerden kısa bir fragman aktarmakta fayda vardır. “Kalabalığı yönetmek için hurafeden daha etkili bir şey yoktur” diyen Spinoza din maskesi altında krallarına/hükümdarlarına tanrı gibi tapınmayı mümkün kılmak için dinin akıl, fikir ve eleştirel düşünceden büsbütün azade kılınmış şekilde salt ibadetler ve ritüellerle donatıldığından söz eder ve bu konuda Türklerin (Not: Spinoza’nın “Türkler” kelimesine yüklediği anlam, “Kalın Türk” İsmet Özel’in “Türk demek Müslüman demektir” şeklindeki teziyle örtüşür mahiyettedir) çok başarılı bir performans sergilediklerine dikkat çektikten sonra şöyle devam eder:
“Türkler tartışmayı bile küfür sayar ve her insanın kişisel yargısını öylesine çok önyargının boyunduruğu altına alırlar ki bir kuşkuyu dile getirmek için bile olsa sağlıklı akla zihinde hiçbir yer bırakmazlar… Monarşik yönetimin en büyük sırrı ve tüm çıkarı, insanları aldatmakta ve onları dizginlemesi gereken korkuya din maskesi takmakta yatar. İnsanlar böylece sanki kurtuluşları için savaşıyormuşçasına, köleleşmek için savaşırlar. Tek bir adam kibirlenebilsin diye kanlarını ve canlarını vermeyi bir utanç değil de en büyük onur sayarlar. Ama tersine, özgür bir devlette bundan daha uğursuz bir şey ne hayal edilebilir ve ne de deneyimlenebilir.”