Doğululuk ve pusuculuk
Çetin Altan, “Batıda düello vardır, doğuda pusu. Biz doğu ile batı arasında olduğumuz için düelloya çağırıp pusu kurarız” demişti ki pusu gerçekten de şarklılığın (doğululuk) şanındandır. En ilkel, en kaba ve en trajikomik şekliyle örnek vermek gerekirse, mesela ortaokul-lise çağlarında mahalledeki arkadaş grubunu toplayıp okul çıkışında rakip çocuğu tartaklamak, ayak takımıyla birlikte mekân basmak veyahut adam toplayıp yol kesmek ve mekân kurşunlamak gibi pusu kalleşlikleri şarklılığın alamet-i farikalarındandır. Kuşkusuz bu kalleşlikler, Godfather (Baba) filminden de hatırlanacağı üzere çok profesyonel şekliyle Batı’daki mafya âleminde de vardır; fakat bizde pusuculuk en cahilinden en bilgisine kadar toplumun hemen her katmanında sosyolojik bir kültür olarak aşinalık kesbedilip özümsenmiş bir davranış tarzıdır.
Ne yazık ki 2020 yılının sonlarında dahi başta pusuculuk ve linç kültürü olmak üzere şarklılığa özgü ilkel davranış kodlarının hemen hepsi son derece dinamik şekilde varlığını sürdürmektedir. Nitekim daha birkaç gün önce muhtemelen bu köşede yazdığım son birkaç yazının zülfiyâre dokunmuş olmasından dolayı sosyal medyada kusursuz bir organizasyonla icra edilen teo-politik linç kampanyasında “Mustafa Öztürk Kur’an’a hakaret etti; Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu inkâr etti” gibi sloganlarla milleti galeyana getirme tezgâhı da kusursuz bir pusuculuktu. Allah’ı ve Kur’an’ı beşeri zaaflardan tenzih çabasıyla “Kur’an vahyinin mahiyeti konusunda acaba şöyle de düşünemez miyiz?” meyanında yapılan 40-50 dakikalık konuşmanın o ortamdaki itirazlar üzerine üslup muvazenesinden çıkmış birkaç cümleyi içeren bir-iki dakikalık kısmını keserek sosyal medyada linç kampanyası başlatmak, ahlaki bağlamda değil müslümanlık, asgari insanlık hasletleri açısından dahi pek izah edilemeyecek bir iştir. Bu arada DİB eski başkanı Sayın Görmez’in birkaç gün önce Habertürk’teki konuşmasında Zerkeşî ve Suyûtî gibi müelliflerin Hanefi âlim Alâuddîn es-Semerkandî’den naklettikleri “innemâ cibrîlü nezele bi’l-meânî hassaten ve ennehû (sav) alime tilke’l-meânî ve abbera anhâ bi-luğati’l-arab” (Cibril özellikle manaları indirdi; Rasûlullah bu manaları belledi ve bunları Arap dilindeki ifade kalıplarına döküverdi) şeklindeki görüşe rağmen bu bilgiyi yok sayıp bizi eski ulemaya iftira atmakla suçlamasının ne anlama geldiğini değerlendirmek ise okuyucuların takdirine havale edilmelidir.
Bu mesele bir kenara, şarktaki pusu kültürünün menşei kanımca derin ahlaksızlıktır. Daha açıkçası, burada söz konusu olan ahlaksızlık, hamur ve maya bozukluğuna dayanan fıtrî bir ahlaksızlıktır. Bu yüzden, İslam peygamberinin “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” mealindeki beyanı ümmet pratikleri açısından ne yazık ki büyük ölçüde havada kalmıştır. Birçok büyük mutasavvıf İslam geleneğinde özellikle Ehl-i Hadis (Selefiyye) ve Hanbelî gelenek içerisinde sözde dini müdafaa adına üretilen faşizan ahlaksızlığı bertaraf etme yönünde çok çabalamış, ancak bu geleneğin kurşun askerleri tarafından “mülhidlik”le suçlanmışlardır. Abbasi halifesi Mütevekkil döneminde mutlak iktidar fırsatını yakalayan Ehl-i Hadis ve Hanbelîlik o günden beri bütün İslam dünyasında doğrudan veya dolaylı olarak terör estirmektedir. Ehl-i Hadis’in Ebû Hanife’ye ne kadar ağır hakaretlerde bulundukları iyi bilinmektedir. Yine dönemin Bağdat’ındaki Hanbeli ayaktakımının müfessir Taberî’ye nasıl eza/cefa ettikleri de gayet iyi bilinmektedir. Miladi 900’lü yılların ilk yarısında “Baharatçı” (Berbehârî) namıyla tanınan ve Kur’an’da zikri geçen “Makâm-ı mahmûd” lafzını “Allah ahirette Hz. Muhammed’i arşın üzerinde kendi yanında oturtacak” diye açıklayan bir kalın kafalı Hanbelî’nin etrafında toplanan güruhun ortalığı yangın yerine çevirdiği ve bu berbat hadisenin “Hanbelî fitnesi” diye tarih kitaplarına geçtiği de bilinmektedir.
Bugün itibariyle Hanefîlik, tıpkı Doğan görünümlü Şahin gibi, Hanefî kılıklı Hanbelîliktir. Daha açıkçası, günümüz Türkiye’sindeki Hanefîlik basbayağı haşvî ve avâmîdir. Hele de müesses tasavvuf ve tarikat şemsiyesi altında öbeklenen Hanefîlik kelimenin tam manasıyla haşvîdir. Günümüz Hanefîliğine ilişkin bu değerlendirme sözde entelektüel akademik camia için de büyük ölçüde geçerlidir. Hanbelîleşmiş Hanefîliğin tipik özelliklerinden biri, tıpkı Berbehîrî’nin etrafında toplanan ayak takımının ve dahi kendi başına hakkından gelemediği rakibini alt etmek için mahalleden destekçi ve erketeci toplayan ergenin yaptığı gibi, pusu kurup güruh halinde saldırmaktır.
Şarklılığın ayırt edici özellikleri arasında yer alan pusuculuk, kurnazlık gibi özellikler kimi zaman kendilik algımızda da rahatsızlık yaratmış olmalı ki Osmanlı’dan bu yana yüzümüz hep Batı’ya dönüktür. Nitekim bugün de aynı durum geçerlidir. Şayet muhafazakar toplum kitlesini konsolide etmek suretiyle otoritenizi daim kılmak istiyorsanız hep doğudan referans vererek konuşursunuz. Bu bağlamda mesela “kadim medeniyetin yeniden inşası”, “İslam”, “irfan”, “Anadolu irfanı”, “Işık doğudan yükselir” [Amiyane not: hani derler ya “yemişim doğunuzu da ışığınızı da…”] gibi süslü laflar üretir durursunuz; ancak parlak ikbal ve istikbal söz konusu olduğunda, çaktırmadan da olsa hep Batı’ya göz kırparak konuşursunuz. Bu memleketten hicret etmek söz konusu olduğunda ise Suudi Arabistan, Pakistan, İran gibi ülkelere yerleşmek aklınızın ucundan dahi geçmezken, en millisinden ve en yerlisinden kendinize Batı dünyasından yer seçmeye koyulursunuz. Her neyse, daha fazla söze hacet yoktur. Birbirini boğma, pusu kurma, arkadan vurma, linç kampanyasıyla itibar suikastı yapma gibi pis işler maalesef doğunun yazgısı, bu topraklarda uğunarak yaşamak da maalesef bizim alın yazımızdır.