Kendimizle barışık olmamak lazım
İnsanın kendisiyle barışık olması güncel hayatta birçok kez duyduğumuz bir sözdür.
Genel kabule mazhar olduğunu düşündüğüm bir bakış açısına göre bu söz, “özellikle duygulanımlarını dengeleyen, tepkilerini kontrol edebilen, nerede ve ne şekilde davranacaklarını mümkün mertebe iyi planlayan, başka insanların huzurunu kaçırmayan, sorunlara takılıp kalmak yerine çözüm üretmeye çabalayan, mutlu oldukları her hallerinden belli olan insanlar kendileriyle barışık insanlardır” şeklinde bir anlam taşır. Ancak ben bu sözün böyle bir anlam taşımaması gerektiğine inanıyorum.
Dahası, ben, insanın özellikle ahlaki açıdan kendisiyle barışık olmaması, yani bir ömür boyu kendi kendini sorgulaması, kendi egosuyla sürekli hesaplaşması gerektiğine inanıyorum.
İnsan ahlaki açıdan kendisiyle barışık olduğunda, ister istemez “Ben oldum” havasına girmiş ve kendinde kusur görmez hale gelmiş demektir. Oysa hiçbirimiz için nihai noktada ahlaki kemale ermişlik gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü ahlaki kemal insan açısından nokta konulabilir veya son kertesine ulaşılabilir bir şey değildir. Ahlaki kemal ancak bir ideal olabilir ve insan daha ahlaklı olma, daha ahlaklı yaşama yolunda bu idealin peşinde koşabilir. Bu mesele bir kenara, en başta zikri geçen “kendimizle barışık olmak” sözünden maksat, kendimizi fark etmek ya da olumlu/olumsuz yönlerimizi görmekse şayet, bu belli ölçüde anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir şeydir. Yok eğer kendimizle barışıklık denen şey kendi kişilik ve karakterimizden yüzde yüz memnuniyet duymak gibi bir şeye karşılık geliyorsa, o zaman ortada çok ciddi bir ahlaki sorun var demektir. Kendi namıma söylersem, insan özellikle seciye, huy ve ahlakilik açısından kendisiyle barışık değil, küs olmalıdır. Küs olmaktan kastım, insanın kendi kusurlarıyla yüzleşmesi, kendi benliğini kınayıp ayıplayabilmesi ve aynı zamanda o kusurlarını gidermek için sürekli olarak kendi benliğiyle mücadele etmesidir.
İnsan yaratılış özelliği itibariyle sözgelimi fevri, tez canlı olabilir; çoğu zaman ölçüsüz tepkiler verebilir; kendince nahoş bir durumla karşılaştığında hiddetini, öfkesini kontrol edemeyebilir; ancak bütün bunlar kesinlikle değişmez alın yazısı ya da kader değildir. İnsan her ne kadar kendini başka bir insan olarak yaratmaya muktedir değilse de hâl-i hayatında belki bin kez tecrübe ettiği ve olumsuz sonuçlarını defalarca gördüğü kusurlu davranış kalıplarını pekâlâ değiştirebilir. Ancak bu değişimin gerçekleşebilmesi için, en başta söylediğimiz üzere kişinin kendisiyle barışık olmaması, özellikle tutum ve davranış kalıpları açısından kendini memnuniyetle karşılamaması gerekir.
Bu noktada, “Can çıkar huy çıkmaz”, “Beşikte giren huy teneşirde çıkar” gibi vecizeleri nasıl anlamamız gerektiği merak konusu olabilir. Evet, insan yaratılıştan gelen veya içine doğduğu sosyal, kültürel çevreyle öğrenilip bir bakıma karaktere dönüşen birtakım davranış kalıplarına sahiptir ve bu davranış kalıplarından bir kısmı problemli olabilir. Kanımca, “Can çıkar huy çıkmaz” gibi sözler insandaki yerleşik davranış kalıplarını değiştirmenin çok zor olduğuna işaret etmekle birlikte söz konusu davranışları değiştirmek asla imkânsız değildir. Başta “Mücahid kendi benliğiyle mücâhede eden kişidir” (Tirmizî, “Fezâilü’l-Cihâd” 2) mealindeki hadis olmak üzere tasavvuf geleneğinde çok önemli yer tutan “cihâd-ı ekber” (nefisle mücâhede), riyazet, çile, mücâhede, tasfiye gibi kavramlar da ahlaki açıdan problemli olan tutum ve davranış kalıplarını değiştirmenin beşeri bir imkân olduğunu gösterir. Bu bağlamda Ebû Muhammed el-Cerîrî’nin “Tasavvuf barış değil savaştır” şeklindeki sözü nefisle mücâhedenin devamlılığına işaret meyanında “İnsan kendisiyle barışık olmamalı” diye de anlaşılabilir.
Netice itibariyle, insan ahlaki duyarlılık ve değerlilik yaşantısı itibariyle kendinden memnun ya da kendisiyle barışık olmamalı ki kemale erme noktasında az çok yol alabilsin… Kanımca, doğru davranma ve düzgün yaşama hususunda insanın kendinden memnuniyetsiz olması çok önemli bir göstergedir. Çünkü bu gösterge insanın her şart ve durumda mutlaka daha iyi olma ve daha doğru davranma yönünde sürekli bir çaba sergilemesi gerektiğinin ifadesidir. Şu veya şarta bağlı olmaksızın insanın kendi hata ve kusurlarıyla yüzleşmesi, hatta yeri geldiğinde kendini ayıplayabilmesi gerekir. Aksi halde, İsmet Özel’in çarpıcı ifadesiyle, “doğru davranma kıvamını tutturabilmek için keyfimize halel getirmeyecek şartların doğması hayalini kafamızdan geçiriyorsak ahlakı askıya almışız” demektir.