Serbest düşüş ve sonrası
Türkiye özellikle siyaseten ve ahlaken çok dramatik bir serbest düşüşe tanıklık ediyor. Uçaktan atlayınca nasıl düşülüyorsa, aynen onun gibi bir düşüş hâli bu… Serbest düşüş hâlinde olan, siyasi iktidar; üstüne düşülecek ve düşenin yarattığı enkazın altında ezilecek olan da topyekûn millet vte memleket… Serbest düşüşün göstergelerine dair birkaç kelam etmek gerekirse, her şeyden önce kurumsal yapı ve işleyiş itibariyle devlet hayli laçkalaşmış durumdadır. Ülkede neler olup bittiği konusunda ana akım basın/yayın organları ile TÜİK gibi bazı kurumlar ise adeta “Çavuşesko Termometresi” gibi çalışmaya başlamıştır. Hatta bir grup akademisyenin enflasyon ve hayat pahalılığı konusunda TÜİK verilerine aykırı rapor hazırlaması, suç duyurusuna konu olmuştur. Özgürlükler alanında G. Orwell’in distopik kâbus senaryosundaki “Büyük Birader sizi izliyor” sloganını anımsatan bir atmosfer oluşmuştur. Her bir vatandaşın elektrik faturasından, satın aldığı cep telefonuna kadar sayısız tüketim kaleminden kendisine pay, hatta paydan da pay (vergiden de vergi) tahsis edilen TRT kurumu siyasi iktidarın ideolojik propaganda aygıtına dönüştürülmüştür. Üstelik bütün bunlar 84 milyonun gözü önünde yaşanırken, “CEHAPE zihniyeti vaktiyle devlet kurumlarını partiye hizmet organları gibi çalıştırdı” demekten de geri durulmamıştır.
Öte yandan, genel hukuk alanında, bir bakanın “Bence suç” ifadesinde karşılık bulan “hükm-i karakuşî”ye aşinalık oluşmuş, haliyle kimi yargı mensupları siyasi iradenin teveccühüne mazhariyetle ikbal devşirmek için durumdan vazife çıkararak keyfî soruşturmalar açmaya başlamıştır. Din ve dindarlık alanında ise özellikle genç kuşakların tiksintiyle karşıladığı genel bir tablo oluşmuştur. Din, iman, kitap gibi sembolik sermayeler kültürel kutuplaşma ve bu sayede mütedeyyin kitlelerin istim tutmasını sağlama yolunda sonuna kadar kullanılmış, fakat pandeminin de etkisiyle toplum özellikle iş/aş konusunda ciddi rahatsızlık emareleri gösterince din, iman, kitap üzerinden yürütülen kimlik ve kültürel kutuplaşma siyaseti artık pek işe yaramaz olmuştur. Çünkü bir yanda Allah’ın her günü ülkenin dört bir tarafından “iş/aş” diyerek intihar eden insanların acı haberleri gelirken, öbür yanda siyasi iktidarın kayırmasıyla dört beş ayrı kurumdan on binlerce liralık maaşlarla abad olanların haberleri duyulur olmuştur.
Dış politikaya gelince, vakti zamanında “komşularla sıfır sorun” noktasından başlayıp bugün “sorunsuz sıfır komşu” noktasına yahut “Eyy” siyasetiyle sözde posta koyulan dış güçlerle şimdi ezile büzüle yeniden diyalog kurma yollarını arama safhasına ulaşılmıştır. Mesela, geçmişte atarlı çocukların küsmesi gibi Mısır’a küsülmüş, bugün ise ezik halde Mısır’la barışmanın yolları aranır olmuş, bu arada ister istemez “rabia”nın da son kullanım tarihi dolmuştur. Yine geçmişte AB ülkelerine “Eyy” diye tek tek posta konulurken, bugün AB üyeliğinde kararlılık beyanında bulunma ihtiyacı duyulmuştur. Bütün bunlara ilaveten şimdi bir de yeraltı dünyasından meşhur bir şahsın -ki bu şahıs daha üç beş sene öncesine kadar siyasi iktidar lehine mitingler düzenleyip muhalif çevreleri “kanlarıyla duş alacağız” diye tehditler savurduğunda saygın iş adamı olarak lanse edilirken şimdi birdenbire organize suç örgütü liderliğinden kırmızı bültenle aranır hâle gelmiştir- devlet içerisindeki mafyatik yapılanmaların kirli çamaşırlarını orta yere dökmeye başlamıştır.
İşte serbest düşüş dediğim hâl, böyle bir hâldir. Düşüşten sonraki safahatta ehemmiyet arz eden husus, tarumar olmuş her şeyin bir an önce nasıl toparlanacağını planlayabilmektir. Bu noktada üç temel öncelikten söz edilebilir. Birincisi, demokratik kültürün hem devlet katında hem toplumsal alanda alabildiğine zenginleştirilmesi, kısıtlanan özgürlüklerin behemehal geri getirilmesi, kültürel kamplaşma ve kutuplaşma dilinin ebediyen terk edilmesi, özellikle siyasette karşılıklı nezaket dilinin azami düzeyde geliştirilmesi, laikliğin adamakıllı ikame edilmesi ve sağdan ya da soldan, hayat tarzına takıntılı laikçiliğin lanetlenmesi, Diyanet’in sürekli olarak siyasi iradenin ne dediğine bakarak söylem üreten bir kurum olmaktan çıkarılması ve aynı zamanda tek mezhebin resmî temsilcisi rolünden azade kılınması hayati öneme sahiptir. Öte yandan, sözde dinî grup ve cemaatlerle kapalı kapılar ardında siyasi pazarlıklara girmek gibi kirli işlere yeltenilmemeli, asalaklıktan başka bir işlevi olmayan pek çok cemaatin pervasızca şımarmasına da asla izin verilmemelidir.
İkinci önemli husus, hukuk ve yargıda siyasi iradenin doğrudan veya dolaylı müdahalesine açık olan tüm alanların kapatılması, yargı organlarının tam bağımsız ve tarafsız şekilde çalışmasını sağlayacak formüllerin mutlaka bulunması ve dolayısıyla her bir vatandaşın yolu adliyeye düştüğünde, burada adalet ve hakkaniyetten başka bir sonuçla karşılaşılmaz güvenini hissedeceği bir hukuki zeminin oluşturulmasıdır. Üçüncü ve en önemli husus ise devletin tek bir şahsın aklına, fikrine ve hâlet-i ruhiyesine tevdi edilmesinden başka bir anlam taşımayan “cumhurbaşkanı sistemi”nden mümkün olan en kısa zamanda vazgeçilip eski aksaklıkları adamakıllı gözden geçirilerek tadil/takviye edilmiş parlamenter sisteme geri dönülmesi, meclisin itibar ve işlevinin iade edilmesi ve sonuçta devletin kurumsal ortak akılla ve kurumların birbirini dengeleyip denetlemesi tarzında yönetilmesidir. Kaldı ki yüksek yargı organlarından YÖK ve üniversitelere kadar devletin hemen her kritik kurumunda artık kabak tadı vermiş olan nepotizm (dayıcılık), favoritizm (iç gruba ayrıcalık) ve kronizm (eşi dostu kayırmacılık) gibi müzmin siyasi/idari hastalıklarımız da ancak bu şekilde tedavi edilebilir.