Duygunun aklı...

-Şengül için

Biz Duygu derken, kendimizi duygularımızın kaprisine bırakmaktan söz etmiyoruz, sentimentalizmden söz açmıyoruz, ki vıcık vıcık bir duygusallıktan, sistemi devam ettirmeye yarayan edilgin bir romantizmden de söz açmıyoruz, ki teatral olan her şey tiksindirir bizi, yüzü allıklı oyuncular gerçeklik hissimizin kaybolmasına yol açar, doğal ve samimi olan ise bizi Dünyaya götürür, Yaşamın içine fırlatır. Mekanik olan her şey tepemizi attırır, samimi bir organiklik, yaşayan bir evrene atar bizi.

Canlı olanı severiz, ölünün solgun yüzünü değil, plastik çiçeklerden, yapma olan her şeyden nefret ederiz. Samimiyetin peşinden koşarız. İçe kapanmaya değil, dağılıp dışa akmaya çalışırız. Varlığın merkezini aramayız, topluluklardan merkez kurarız kendimize. İnsan kalabalığına katılırız, ama yine de yığınların korkutucu içgüdüsüne yüz sürmeyiz, diğer insanlara koşan, onlarda medet uman yalnızlarız biz, ama yalnızlığımızı, tek başınalığımızı yüceltip kutsallaştırmayız.

Yalnız olduğumuzu iliklerimizde hissederiz de, eksik yanlarımızı eksik olduğunu sonuna kadar bildiğimiz diğer insanlarla tamamlamaya çalışırız. İnsanın insandan başka çaresinin olmadığını biliriz de yine de umutsuzluğa kapılmayız. Tekrar ve tekrar insana koşarız; temas etmeye çalışırız ona. Bu dünyadaki her şeyin, Sanatın da, insanlara koşmak için var olduğuna inanırız. Mutluluk verici kendini beğenmiş teklikten, ıstırap dolu da olsa alçak gönüllü çokluğa yöneliriz. Sanata inanırız, ama bilimi de küçümsemeyiz.

Bu Dünyada her şeyin tuttuğu yer kadar olduğuna ve varlıklar arasında hiyerarşik bir ilişki bulunmadığına inanırız. Dikey değil, enlemesinedir ilişkimiz. Hem içe ineriz, hem dışa yayılırız. İç ile Dış’ın birbirine geçtiği yerlerde, sınır çizgilerinde dolaşır, sınırları ihlal ederiz. Homojenliğin değil heterojenliğin peşinden koşarız.

Saltık Mutlak değil, fani Akış. Bir anlık parlama ve Var oluş, sonra yeniden bir anlık parlama ve Var oluş, sonsuza değin bu meşakkatli zincirlemeyi takip ederiz. Sisiphos’uz biz, kayanın her ne kadar geri yuvarlanacağını bilsek de gene de tepeye taşırız. Yaşamda nihai bir son aramayız, bizi bekleyen bir son olduğuna değil, yaşamın bir süreç olduğuna inanırız. Umutsuzluk veren bir gerçekçiliktense umudu sürdüren bir hayal dünyasını isteriz. Kim gerçekten gerçeği bilebilir ki, biz gerçekliğinden kuşku duymayarak hayallere kapılırız ve yaşarız. Planlama yapmayız, akışa bırakırız kendimizi. Aklın mundar soğukluğundansa, Duygunun sıcak kucağına atılırız. Sizin risk dediğiniz şey, bizim için ilişkidir. Hayatın bir ilişkiler ağı olduğunu bilir, ne kadar çok ilişki kurarsak, temas edersek o kadar çok yaşadığımızı hissederiz. Ruhumuzu melankolik bir açıştır yaşamımız. Korkunun ecele faydası olmadığından kuşku duymayız. Boşluğun farkında olan ama yine de inşa etmeye çalışan iflah olmaz Duygucularız biz.

2-) Biz Duyguların aşağılandığı, güvenilmez bulunduğu çağımızda (ki akıl çıldırdı, duygusallaştı) davranışlarımıza, hayata bakışımıza, onu kavrayışımıza, kurduğumuz ilişkilere ‘hakiki’ bir temel bulmaya çalışıyoruz. Aklın duygusu değil, duygunun aklının peşindeyiz. Zira, az önce de belirttiğimiz gibi, akıl aklını kaybetti, çıldırdı, kesif bir duygusallığa gömüldü. Artık akıl akılcı değil. Duygunun ise kendi aklı vardır, kendi mantığı vardır ve bu da diğer mantıklar gibi bir mantıktır.

Pascal şöyle diyor: “Aklın bilmediği gerekçeleri vardır kalbin.” Ve Kalp, akıl karşısında ikinci sınıf görülemez. Akıl kurgusaldır, Duygu ise dışavurumcu. Dışa vurmak için ise dışa vurulacak bir şeylerin olması gerekir değil mi? Biz kendi varoluşumuza kurgusal bir dayanak değil, ‘hakiki’ bir zemin arıyoruz. Hakikatten (truth) bahsediyoruz, gerçekten (real) değil. Kökten bahsediyoruz, uzlaşımsal bir başlangıç noktasından değil. Duygu varlığın kökenidir, Akıl ise ikincildir, kavramlaştırır, kökenin kavramlaştırılması, köken üzerine edilen sözdür. Duygu konuşur, Akıl ise vaaz verir. Duygu yayılır, Akıl indirger, Duygu dağıtır, yayvanlaşır, Akıl ise sınırlar ve atomize eder, katılaştırır. Varlığımızın dayandığı zemini ararken ‘sahici’, ‘hakiki’ bir zemin arıyoruz kendimize, ki bu Duygudur.

3-) Her düşüncenin temelinde ‘temas’ vardır (ilişki de denilebilir belki buna, ama temas ilişkiye önceldir); bunu Nietzsche, Spinoza vs kabul ediyor. Biz de kabul ediyoruz, ki çünkü düşünce soyut alanda değil, somut alanda başlar, ve sonra soyutlar, kavramlaştırır. Biz varlığımızın temeline soyut olan düşünceyi değil, somut olan bir şeyi koymak istiyoruz. Somut olsun ki, mekanik olan düşünsel tasavvurlara değil, nesnel varlıklara dayansın, hakkında kuşku duyulamayacak olan bir ‘hakikiliğe’ dayansın.

Sorumuz şu: Varlığı harekete geçiren şey nedir? Davranışlarımızı belirleyen tutumlarımız nereye dayanıyor? Bunun cevabı temastır. Ve temas anında ilk önce ortaya Duygu çıkıyor, bir irkiliş, bir his; düşünce değil. Düşünce bu duygunun üzerine inşa ediliyor, düşünce duyguyu kavramsallaştırıyor. Temek ki birincil olan şey Duygudur, Akıl ise ikincildir, yani kavramlaştırma yetisi. Örneğin elimiz kesildiğinde, ya da soğuk bir şey ile temas ettiğimizde ilk ortaya çıkan şey acı çektiğimiz düşüncesi ya da bilgisi değil, ama acının kendisidir (dilsiz acı). Bu acı, Duygudur ve ilk hakikat odur: Acı’dır. Düşünce ise sonra gelir.

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum