Efekt olarak dil
Dilin işleyiş mantığını ve mekanizmasını keşfedip açığa çıkaran modernist dil anlayışının kurucusu Saussure’ün modernist (ve dolayısıyla klasik) ve çoktan aşılmış/aşınmış dil anlayışı ve çözümlemesi günümüzde iflas etmiş durumda. Saussure’ü artık tarihe karışmış (dolayısıyla tozlu raflara istif edilmiş) bir düşünür/dilbilimci olarak düşünebiliriz. O eski güzel günlerin, dilin bir varlığı gösterip ondan fışkırdığı kadim zamanların ‘gerçek’ dili artık yok. Gösteren + gösterilen = gösterge zincirlemesi ve birlikteliği çoktan parçalanıp gitti; altındaki zemini yitirdi. Daha doğrusu zemin birden çöküp yokluğa karıştı. Öyle ki artık bir zamanlar böyle bir eminin var olmuş olması (ya da var olduğunun kabul edilmiş olması) bile aklımızın havsalamızın alamayacağı nostaljik bir gerçeklik halini aldı. Demek diyoruz, demek gerçekten de öyle ‘karşılıklılık içinde olan nesnel’ bir dünya vardı. Dil bir şeye işaret ediyordu. Şimdi ise bağlarından kopmuş azgın bir retoriğe, bir performansa dönüştü.
Her şeyin ‘dil’ olduğunu, dünyanın ve gerçekliğin bir dil ve anlatı, dolayısıyla bir yorum, olumsal bir ön kabul olduğunu biliyoruz artık. Ama işin vahim yanı, dilin artık gerçeklikle bağlarının kopmuş, kendi içine kapalı özerk bir sistem haline gelmiş, dilin artık nesnel karşılığının kalmamış, bunun umursanmıyor olması, dilin sanallaşması ve dilin kendine kapanmış olmasıdır. Bu durumun en çok yıkıcı zararı gerçeklikten fışkırıyor olması gereken şiire verdiğini söylemek bile abes olur. Şiir dünyada, uzamda ve zamanda ‘gerçek’ bir varlık olarak yer kaplayan insandan yola çıkar, ona dayanır. Ama günümüzde sadece dil değil insan varlığı da bir tür olarak tehdit altındadır. Öyle ki insan varlığı bir kurguya, canlılığını yitirmiş bir mevhuma evrilmiş, insan sadece kendine değil, kendi duygularına da yabancılaşmış, kendi duygularının, duyumsadıklarının gerçekliğinden bile emin olamaz hale gelmiştir. İnsanlık, tarihinde belki de ilk defa kendisiyle tezat içindedir: Kendi doğası ile dönüştürülmek istendiği ‘şey’ arasında karşıtlık vardır. İnsan artık kendisinin kurdudur. Sadece bu da değil ‘hakikat hissi’ ve sahicilik duygusu da sanallık tarafından imha edildi. Hakikatin peşinden koşmak için ısrar, inat ve çok fazla çile çekmek gerekiyor artık. Bedenin gerçekliğinden emin olmak için deşelenmesi, kan akıtılması gerekiyor.
Bu şartlar altında şiire geldiğimizde şiir artık kesinkes bir estetik beğeni ya da zevk nesnesi değildir. Şiirden bir takım estetik haz aracı olması beklenemez. Bunu okurlar kadar şairlerin de bilmesi gerekiyor ki birçok şairimizin bu gerçekliğin farkında bile olmayıp 100 sene öncesinin estetik anlayışı ve şiir tanımıyla yazdığı çok açık. Bu en hafif tabiriyle aymazlıktır. Şairin şunun kesinlikle farkında olması gerekiyor: Dünya bırakın 100 seneyi, 30 sene öncesinin bile dünyası değil. Dünya farklı, bambaşka bir yer haline artık. Çoktan defteri dürülmüş olan şairanelikle bir takım şiirlerin yazılamayacağı, hadi yazılıyor diyelim (ki hala daha yazılıyor) hiçbir derde derman olmayacağı açıktır. Bu çağ artık bambaşka bir çağ: İnsanıyla, gerçekliğiyle, dayatan teknoloji ve teknolojik mantıkla ve dille. Şiir estetik haz aracı değilse ve hiçbir zaman da olmamışsa nedir peki, neyin peşindedir: şiir, en temelde, hakikat arayışıdır. Şiir esas olarak hakikat ve gerçeklik hissinin yaratılması, var kılınması ve hakikat hissine sürekli bir varlık alanı açmasıdır.
Bütün bunları neden düşündüm? Liman Mehmetcihat’ın 160. Kilometre yayınlarının Gulyabani dizisinde çıkan ‘Killer Instinct of Under Dogs’ adlı kitabı bana bunları düşündürdü diyemem sadece, çünkü şiir düşündürmez, hissettirir ve yarattığı çağrışımlarla okuru yeni gerçekliklere çağırır, oraya götürür, o yüzden bu sözleri bana çağıran bu kitap oldu.
Mehmetcihat 1987 doğumlu, çocukluğunun bir kısmı ile ergenlik ve gençliği, ekonomideki finansa kapitalin (yani üretimden kaynaklanmayan ve paradan para kazanmanın) karşılığı denebilecek dijitalleşmiş ve sanallaşmış dil içinde geçmiş bir şair. Yani belki bizim anlamakta (belki anlayabiliriz de, hissetmekte ve kavramakta) güçlük çektiğimiz bir dilsel çevren içinde bu dili deneyimleriyle etinde kemiğinde hissetmiş bir şair. En önemli özelliği de bu yanı zaten: Mehmetcihat neoliberalist finans kapitalin hüküm sürdüğü dijital ve sanal dil çağının ürünüdür ve bu dilin içinde yetiştiği için bu dilin gediklerini de çok iyi biliyor. O dille muhalif bir düşünce üretebiliyor, bu dille imge yaratabiliyor. Bu açıdan bakıldığında en çağdaş şiirlerden birini yazıyor şair. Çağdaş derken çağla aynı hızla ilerleyen demek istiyorum.
Şiir esasında yan yana gelmesi düşünülemeyecek kelimelerin yan yana getirilmesiyle şaşırtıcı, ‘yeni’ ilginç ve kelime düzeyinde yazmak değildir. Şiir esasında ‘aura’ (yani bir ruh hali, bir yoğun duygu durumu, neredeyse bir koku) yaratma işidir; ve bu yaratımın içinde bulunduğumuz gerçeklikle karşılıklılık ilişkisi olması gerektiği gibi nasıl bir dil içinde yazıldığının farkında da olmaktır.
Şairin ilk şiir kitabı ‘Haplayın Şunu Feodal’ 2013’te Ebabil Yayınlarından çıkmış, ama ne yazık ki bu kitapta henüz kendi şiirini bulamamış şair çeşitli ve hatta birbiriyle ilişkisiz arayışlar içinde denemeler yapmış olmakla kalıyor. Şair esas esaslı çıkışını 2017’de 160. Kilometre’den çıkan ‘Yaya Baron ‘adlı (ki şiirimizin en güzel kitap adlarından biridir) kitabıyla yapıyor ve sağlam bir şiir diline ve kavrayışına ulaşıyor. Bu kitap apolitik ve edilgin olduğu söylenen genç şairlerin aslında yeni bir dille yeni bir politik bilinç geliştirdiklerini göstermesi bakımından da dikkat çekiyor. Tabii ki bu politik dil eski/aşınmış politik söylemden çok uzak, onu geride bırakmış, çağımızın politik söylemine ulaşmış bir yeniliğe, dilsel ve algısal kavrayışa sahip bir yeniliğe ulaşmıştır.
Üçüncü ve yeni çıkan şiir kitabının adının İngilizce olması (ki ben şiirde yabancı kelimeler kullanmaktan pek hoşlanmam, bunu bir gösteriş sayarım zaman zaman) bende başka şairlerde hissettiğim hoşlanmama duygusunu yaratmıyor. Aksine şairin şiiriyle bütünleştiğini, şiirinin asli unsurlarından biri olduğunu, bunun dili bir efekt olarak kullanma kaygısından kaynaklanan tutarlı ve doğal bir tavır olduğunu düşündürüyor. Öyle ki bu kitaptaki şiirler ve şiirlerin havası bana Amerikalı film yönetmeni Quentin Tarantino’yu hatırlatıyor. Mehmetcihat da alt sınıfların, avamın, serserilerin, işçilerin dilini kullanıyor (işçiler ki artık toplumun dışına, marja itilmiş bir sınıf değil, bir güruhtur artık). İşçiler sadece ekonomik olarak değil, statü ve kimlik olarak da aşağılanıp dışarı atılıyorlar. Nasıl Tarantino’da şiddet parodileştiriliyorsa, bu şiirlerde de toplumsal durumlar, çıkmazlar ve ifadeler parodileştiriliyor. Ama Mehmetcihat kesinlikle postmodern bir şiir yazmadığı gibi, modernizmin çağımızdaki dilinin peşinde koşuyormuş görünüyor. Çünkü bir şey söylüyor. Okura anlatmak, onunla karşılıklı konuşmak istiyor. Kitapta çok matrak şiirler olduğu gibi, çok acıklı şiirler de yer alıyor. Hayat çağımızda nasıl bir şeyse şiirlere de öyle yansıyor. Ama şair kesinlikle bu hallerin yansıtıcısı olarak kalmakla yetinmeyip eleştirel bir duruş sergiliyor. Liman’ın şiirlerini ne zaman okusam yükseldiğimi ve zihnimin uçuştuğunu hissediyorum.
Bu arada benim de peşinde olduğum ‘kimyasal şiir’le olan ilgisini de birkaç şairden örneklerle beraber gelecek haftaki yazımda yazacağım. Şaşırmayın. Kimyasal şiir diye bir şey var. Bu yazının sınırları içine ne yazık ki sığmadı çünkü.