Hayat Metaverse’den değil temastan fışkırır...
Günümüzde insanlığa karşı en büyük tehdit artık hayatın her alanında görülen sanallaşma ve onun etkileridir. İster gericilik, ister tutuculuk isterse teknoloji karşıtlığı hatta düşmanlığı deyin, ben böyle düşünüyorum. Düşünmekle kalmayıp bunu gerekçelendirmeye, bu düşünceyi temellendirmeye çalışıyorum. Ben yarı makine-yarı insandan, genleriyle oynanmış, protezlenmiş, her hailiyle, duygularıyla, düşünceleriyle bir varlık olarak artık bir kavrama dönüşmüş insandan değil, doğal, kanı akan, canlı insandan yanayım. Bildiğimiz zaafları olan ‘gerçek’ insandan yana.
Sanallaşma dediğim, internet ortamında başlayıp oradan günlük ‘hakiki’ dediğimiz hayatı işgale yeltenen olgu. Hayatın temelinde temas, yani dokunma vardır. Bu bakımdan temas her şeydir; temasla birlikte gerçeklikle ilksel ilişkimizi kurarız; o ilişki vücuda gelir. Temasla ilk önce his, yani duygu vuku bulur. Daha sonra bu his aklımızla kavramlaştırılır ve düşünceye evrilir. Demek ki hayatın kökeninde düşünce (yani kavram) değil, his (yani deneyim) vardır. Önce hisseder, sonra düşünürüz. Öyleyse temas canlılığımızın da bir belirtisidir. Temas etmediğimiz yerde hayat oluşmaz, dolayısıyla canlılık da oluşmaz, dolayısıyla bir robota, hatta ölüye dönüşürüz. (Robotlar hissetmez. Kim ne derse desin robotlar şiir de yazamaz.)
Bu sanallaşmanın, yani sanal dünyanın gerçek dünyayı ikame etme saldırısının en son aşaması Metaverse adı verilen (ki meta ile universe kelimelerinden türetilen bir kavram) paralel sanal dünya ve evren ve dolayısıyla gerçeksilik gerçekliğin yerini alıyor. Çok severek takip ettiğim Cem Dizdar Metaverse’den bahsederken “Tamam onca sanal yer alıp, çiftlik işletiyorsunuz, para kazanıyorsunuz da peki ya domates? Domates nasıl olacak? Onu nasıl yiyeceksiniz?” diye soruyor ironik bir yaklaşımla. Sanal arsalar, sanal binalar, sanal evler, dükkânlar, sanal tatiller belki de sanal aşklar bütün bunlar insanlın hangi eksikliğini kapatıyor, hangi arzusunun karşılığına denk geliyor? Metaverse’ün en tehlikeli yönü ‘sanal his’ler yaratmaya girişmiş olması. Diyelim ki sanal bir tatile gittiniz, ayağınız suya değince ayağınızın suya değdiği hissini yaşayacakmışsınız. Ne var ki kapitalizmin esas meselesinin insanları tek tek bireyler haline getirip toplulukları dağıtmak olduğunu biliyoruz, mesele insanları yalnızlaştırmak, diğer insanlardan uzaklaştırıp kendi içine hapsetmek. Ama işte burada temas ortadan kayboluyor, yani diğer insanlara temas etmiyor, onlara dokunmuyorsunuz. Ki ne demiştik hayat temastan fışkırır. Temasın, ilişkinin olmadığı yerde hayat oluşmaz. İnsan da yaşayamaz.
Büyün bunlar çerçevesinde sizlerle 2016 yılında yazdığım bir yazıyı paylaşıyorum. Bu yazı her bakımdan doğal, insani hayata ve insana bağlı tutucu bir insanın hayatı savunma çabası olarak okunabilir. Günümüzde artık bu çaba umutsuz bir çırpınış halini almış olsa da doğruyu savunmak her gerçek yazarın yükümlülüğüdür.
BİR İMKÂNLAR İMKÂNI OLARAK YAŞAM
Her karşılaşmanın (hem tesadüfi hem de yazgısaldır karşılaşmalar) yeni bir temas ve dolayısıyla yeni bir ilişkinin imkânı olduğunu söylememiz gerek. Yaşam, ancak bu karşılaşmaları, demek temasları çoğaltarak genişler ve sınırına kadar yaşanabilir. Her yeni karşılaşma, yeni bir ilişki, ilişki de yeni bir yaşam alanı imkânıdır. Şiir, edebiyat ve felsefe ve elbette sanat bize bu yeni karşılaşmalara kendimizi açmamız gerektiğini ima ederler. Şiirle (sanatla) bu karşılaşmaları tanır ve onların yeni imkânları önümüzde açan olaylar olduklarını biliriz. Sanat insanı eğitir ve insanı kendisini yoğurarak yeni biçimlere girmeye, yeni özlere kavuşmaya, en başında da yeni imkânlara açmaya teşvik eder, cesaretlendirir. Sanat der ki, her şey mümkündür. Düşündüğünüz her şey, onları düşünebildiğinize göre, imkânlıdır. Eğer imkânlı olmasalardı düşünülemezlerdi de. Düşünmek keşfetmektir, yani üstü örtülü olanın örtüsünün çekip alınması ve böylelikle yeni bir gerçekliğin açığa çıkarılarak var olan gerçekliğe katılması ve böylece de gerçekliğin genişletilmesidir. Şiir gerçekliğin genişletilmesi ve insanların önüne yeni yaşam imkânlarının açılmasıdır.
Karşılaşma dünyası körlemesine yaşadığımız bir dünyadır. Yani dünya yüzünde körlemesine, önyargısız ve ön tedbirsiz dolaşmayan hiç kimse önceden belirlenemeyen karşılaşmalara maruz kalmaz. Eğer kendimizi önceden sınırlar ve kendimize çok katı, keskin yaşam yolları belirler ve o yalnızca o yollardan yürümeye karar verirsek, karşılaşmalarımızı da sınırlarız. Karşılaşmaların sınırsız ve her daim mümkün olması ancak kendimizi oluşa sonsuza dek açmamızla vuku bulabilir. Duygu Çağı, böyle bir şeydir işte. Karşılaşmalara bütün varlığımızı açmak. Her şeyin bütün boyutlarıyla bize nüfuz etmesine izin vermek. Böylece şeyler ve hakikat kendisini bizde gerçekleştirecektir. Bizde gerçekleşen yaşamın kendisi olacaktır ve böylece biz de yaşamı gerçekleştirmiş olacağız.
Bütün sanat, en başından, ezelden beri bir konuşma ve ilişki talebidir. Yazan herkes diğerleriyle konuşma, demek ilişki kurma talebinde bulunur. Çünkü Yaşam ancak ilişkide gerçekleşir. Özgürlük ilişkide gerçekleşir. Sevgi ve nefret ilişkide gerçekleşir. İlişkinin olmadığı yerde yaşam da yoktur. Yalnızca Hiçlik vardır. Yaşam durağanlığa, muhafaza etmeye eğilimlidir. Ama hâlbuki Yaşam aktif olmakla, eylemde bulunmakla var olur. Eğer eylemde bulunmasaydık yaşam hep aynı kalırdı. Bu da sıkıcı olurdu. Ama rahatımız da yerinde olurdu. Eylemek, çaba göstermek yorucudur, ama işte Yaşam ancak eylemekle, demek var etmekle, inşa etmekle gerçekleşir. Yapmak, her zaman için yapmamaktan üstündür. Eylem, her zaman için durağanlıktan iyidir. Çiçekler bile çaba göstererek açarlar. Bütün canlılar didinerek var olurlar. İnsanlar dâhil.
Yaşam spekülatiftir, felsefe de öyle. Sanat ise, özellikle de şiir, gerçekçidir. Ne ise onu söyler. Bizi yeni yaşamlara cesaretlendirir. Ancak sanatla yoğrulmuş olanlar yaşamı tanıyacaktır.