ABD ile pahalı balans ayarı

Erdoğan’ın 2019’dan bu yana Beyaz Saray ile görüşme trafiğinin kesilmesinin temel nedeni Biden yönetiminin ilişkileri ve sorunları yönetme becerisine sahip olmaması idi. Türkiye’nin sadece bir füze savunma sistemi deyip geçilemeyecek ve stratejik bir aks değişikliği anlamına gelen, faydası (var mı bilmiyorum) zararından fazla olan S-400 gibi anlamsız bir kararın maliyetini yüklenmesi normal. Zaten biraz süre geçince Ankara bu problemden kurtulmanın yollarını aramaya başlamıştı. Ancak Biden yönetiminin, Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın vizyonsuz tercihleri sorunları havada asılı bırakmıştı.

25 Eylül’de Washington’da gerçekleşen müzakerelerin en azından görüldüğü kadarı ile Ankara açısından olumlu olduğu anlaşılıyor. CAATSA yaptırımlarına dair formüllerin konuşulması, F-35’e dönüş ihtimali, F-16 alımında ilerleme sağlanması gibi başlıklar artı hanesine yazılabilir.

Peki bu sorunların kaynağı olan S-400 alımının sorumluluğunu birilerinin üstlenmesi gerekmiyor mu? S-400’ün ve öngörüsüz jeopolitik yönelimlerin yarattığı tıkanıklığın aşılma ihtimalini başarı ya da en azından olumlu adım olarak konuşacaksak bu noktaya nasıl gelindiğini de masaya koymak gerek.

Türkiye’nin 15 Temmuz öncesi ve sonrasında yaşadığı travmalar Erdoğan iktidarının Moskova yönünde ölçüsüz savrulmasını beraberinde getirdi. Erdoğan’ın Eylül 2021’de Soçi’de Putin ile yaptığı görüşmeden sonra da son bir haftadakine benzer anlaşmalar konuşulmuştu. Ortak uçak motoru üretmek, ikinci S-400 paketi, denizaltı inşası ve yeni nükleer santrallerin inşa edilmesi gibi.

Beyaz Saray’daki son randevu Ankara’nın arzusuna rağmen gecikmiş bir balans ayarı anlamını taşıyor. Ama bu balansın da yine parasal şartlara bağlandığını unutmamak şartıyla. Putin’le Soçi’deki mutabakat tüm unsurları gerçekleşse hazine garantileri ve satın alma bütçeleri ile maliyeti 100 milyar doları buluyordu. ABD ile mutabakatın zemini olarak da nükleer enerji, LNG anlaşması, muhtemel savunma alımları ile yine benzer rakamlar havada uçuşuyor. THY’nin Boeing alımını daha önce ilan edildiği ve şirketin normal genişleme stratejisinin bir parçası olduğu için bu paketin dışında tutmak mümkün.

Trump’ın dolardan anlaması mevcut sürecin nedenini anlamak için bir sebep. Ancak burada sorun Türkiye’nin jeopolitik ilişkilerinde masaya koyacağı maddi havuçlar dışındaki unsurların anlamının azalmış olması. Daha önce Türkiye mesele paraya gelmeden yumuşak güç unsurları ile de ağırlıklı bir pozisyona sahipti.

Özellikle 2016’dan bu yana Türkiye jeopolitik ilişkilerinin çerçevesini ağırlıkla iki temel unsur ile örüyor. Birincisi para. Aslında bu daha çok küçük körfez ülkelerinin dış politika araçlarından biri. Ordusu yok denecek kadar zayıf, nüfus derinlikleri sınırlı, coğrafi genişlikleri kırılgan fakat yeraltı kaynakları ile çok yüksek ekonomik birikimlere sahip körfez ülkelerinin farklı ticari sözleşmelerle kendileri için sigorta poliçesi satın alması anlaşılır bir pratik. Askeri alımlar, büyük ülkelerden alınan borçlanma senetleri yani mali kaynak transferi gibi unsurlarla bu dengeyi kurmak jeopolitik derinliği dar olan ülkeler için kaçınılmaz tercihler.

Türkiye gibi tarihi, coğrafi, demografik derinliği bölgesinin en güçlüsü olan bir ülkenin Rusya’dan ABD’ye kadar ana oyun kurucularla ilişkisini boru hatları ya da LNG anlaşmaları, S-400, F-35, F-16, Patriot gibi savunma ihaleleri, Akkuyu ya da Trump’la yapıldığı gibi nükleer enerji yatırımlarına bağlamış olmasının arkasında yatan sebeplerin irdelenmesi gerek.

Jeopolitik ilişkilerin ikinci kurucu unsuru ise bölgenin şartlarının da dayattığı askeri güç projeksiyonu. Bunun anlaşılabilir gerekleri ve hatta mecburiyetleri olsa da kapsamı ve meşruiyet zemini ayrı bir değerlendirmeye muhtaç.

Avrupa Birliği Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatırken, ABD Başkanı Obama ilk ziyaretini Türkiye’ye gerçekleştirirken, 2009’da Putin Türkiye’ye gelen ilk Rus çarı olurken hiçbiri Türkiye’ye satacakları savunma sistemleri ya da enerji bağlantılarını zihnilerinde birinci sıraya koymamışlardı. Muhatapları, toplumu ile yükselen bir ülke ve onun demokratik zeminde yeni bir hikâye yazan iktidarı idi. Şimdi bunların her ikisinin de ciddi anlamda tökezlediği bir dönemde masaya para ve silahlı güç dışında sürülecek çok bir unsur neredeyse kalmıyor.

Türkiye’nin geleneksel değerleri demokrasi ve toplumsal dinamiklerin meşruiyeti ile meczedebilme kabiliyeti, komşu ülkeler ile geliştirdiği yakın ilişkiler, aynı anda bir çok taraf ile sadece bir aracı değil oyun kurucu olarak konuşabiliyor olması, dinamik nüfusunun enerjisi, küresel ekonomide daha anlamlı bir noktaya gelmesi, ikili ve çok taraflı ticarette taşıdığı önem, kültürel olarak İstanbul’un bir cazibe merkezi olmaya başlaması ve belki de en önemlisi kurduğu cümlelerin ahlaki üstünlüğü Ankara’yı sözü dinlenir bir aktör haline getiriyordu. Ne Türkiye eski Türkiye, ne dünya eski dünya.

Soğuk Savaş sonrası stratejik otonominin bir tercih değil zorunluluk haline gelmesiyle denge arayışının kimseye izah edilmesi gerekmiyor. Ancak bu denge ve otonomi arayışının maliyetinin ve araçlarının on yıllar boyunca ülkenin mali geleceğini ipotek altına almaması ve temel önceliğinin bireysel iktidar endişeleri olmaması kaydıyla. Denge ve ağırlık kurmak için büyük önemi olan insani, siyasi, kültürel ve ekonomik sermayenin nasıl heder edildiği ise asıl sorun.

YORUMLAR (15)
15 Yorum
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.