Eleştirmenin ve eleştirilmenin zorluğu
Siyasetçilerin herkesin görüşlerine, eleştirilerine, telkinlerine açık olması bir tercih değil demokratik sistemlerde bir zorunluluk. Hele de günlük hayatın siyasetle bu kadar iç içe olduğu, toplumun dünya ortalamalarından çok daha politik bir tutum takındığı, kimliklerin ve bunlara bağlı politika söylemlerinin bu derece içselleştirildiği ve karşısındaki alternatif kimlikleri ya da söylemleri dışladığı bir ülkede yaşıyorsak bu çok daha gerekli.
Burada iki farklı dinamiğin gözden kaçırılmaması gerek. Birincisi eleştiri ya da telkinlerin hedefinde olan siyasetçilerin, üstelik toplumdan daha fazla destek almak ihtiyacında iseler, dile getirilen görüşleri baştan kategorik olarak reddetmemeleri gerekiyor.
Bundan kaçınmak her zaman çok da kolay değil. Siyasetçilerin kendilerini keskin çizgilerle tanımlamaları, içinde bulundukları süreçleri bir varlık – yokluk mücadelesi olarak görmeleri, çevrelerindeki danışman, yardımcı ya da siyasi yol arkadaşlarının şahsi ikballerini liderle özdeşleştirmeleri, ilkesel itirazların bile kişisel olarak algılanması gibi etkenler dışardan gelen gözlemlerin karar mekanizmalarına nüfuz etmesini zorlaştırıyor. Özellikle merkezdeki aktörlerin tüm çevresel baskılara ve yönlendirmelere rağmen açık bir zihin yapısını korumak için özel bir çaba göstermesi şart.
Eleştirinin doğal ve vazgeçilmez sayıldığı, eksikliğinin bir zaaf olarak görüldüğü asgari demokratik standartlardan uzak olmak da mevcut kendi dünyasını aşamama sendromunu daha da perçinliyor.
Diğer dinamik ise sürecin öteki yanına dair. Eleştiri ya da telkinlerde bulunanların, hele bir de kendilerini âkil insanlar, tecrübeli, birikimli, makul sesler olarak tanımlıyorlarsa, söylediklerini mutlak ve değişmez konumuna yerleştirmeleri tehlikesi her zaman cari bir sorun olarak duruyor.
Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte yaklaşan seçimlerin sıfır toplamlı bir oyun olarak görülmesi herkesin bu sarmala hapsolma riskini beraberinde getiriyor. Kişilerin bireysel tecrübeleri, içinde bulundukları mahallelerin sınırları, ideolojik havuzların keskin tabiatları sürecin his yoğunluğu ile birleşince empati ve esneklik kapasiteleri daha da daralıyor.
Bu keskinlik de bir yanda söylemin gücünü, ifade edilen noktaların vurgusunu artırırken diğer yanda amaçlanan hedeften uzaklaşmayı birlikte getiriyor.
Dışarıdan konuşmanın, fotoğrafı daha yukarıdan ve iç gerilimlerden bağımsız okuma fırsatı verdiği doğru. Kimi zaman fırtınanın gözündeki aktörlerin tüm süreci bulunduğu yer ile tanımlama riski var. Biraz periferide durabildiğinizde olayların ve süreçlerin farklı açılarını görerek daha sağlıklı ve tutarlı analizler yapma şansınız bulunuyor.
Ancak bunu yaparken merkezdeki pratiklerin ve gerçeklerin uzağına düştüğünüzde bu sefer de söylemlerin arazi ile bağı kopuyor. Bu da dile getirdiğiniz görüşlerin uygulayıcılar tarafından dikkate alınma ihtimalini zayıflattığı gibi gerçekçi görülmeme ve gündemli bir yönlendirme olarak okunma riskini beraberinde getiriyor.
Yukarıdaki konuşma-dinleme, eleştiri-empati-anlama denklemlerini sütten ağzı yanmış gibi yoğurt üfleyerek çerçevelendirmenin bir sebebi var elbette. Son dönemde muhalefete dönük gelen eleştirilerin keskinliği, görüş dile getirme ve eleştirme/yönlendirme ile had bildirme, sigaya çekme uçları arasında salınması söylenenlerin ağırlığını azaltıyor.
Ne yazık ki siyasetçilerimizin çok azında da makul eleştirileri dinlemek için özel bir çaba var. Hatta çevreye kulak asmadan bildiği yolda yürümek bir erdem ve siyasi tecrübe olarak kodlanıyor. Bunda Cumhurbaşkanı Erdoğan tecrübesinin çok katkısı var ama bu kayıtsızlığı sadece onunla sınırlamak Erdoğan’a da haksızlık olur.
Şurası bir vakıa. Muhalefetin önünde takvim daralıyor. Kişisel öncelikler ya da ön kabuller ile gelinecek sınıra gelinmiş durumda. Mevcut ataletten nasıl çıkılacağına dair muhalefet liderlerinde bir çaba var.
Bunun nasıl yapılacağı konusunda kafalar ne kadar net emin değilim. Ama var olan tıkanmışlığı ortak akıl ile aşma gayretinin bir çözüm üretmesi muhtemel.
Bununla birlikte liderlerin, çoğu da kendi kişisel ya da ekiplerinin yanlış/eksik/hedefsiz süreç yönetimleri sebebiyle oluşan bu ortamdan çıkmalarına çevreden gelen nobran eleştirilerin yardımcı olmadığı da ayrı bir vakıa.
Tüm siyasi liderlerden kişisel önceliklerini, adaylık stratejilerini, teşkilat baskılarını kenara bırakıp ana stratejilerine odaklanmalarını beklerken ve bunu da en üst perdeden dillendirirken bunun tersi bir psikoloji ile hareket etmenin en azından beklenen sonuca fayda sağlamayacağı açık.
Kimseden fırtınanın ortasındaki bir geminin güvertesinde güneşin batışını sakince izlemesi beklenmiyor zaten. Ama en çok da bu zamanda serinkanlı ve basiretli tutum takınmanın gemideki herkes için faydalı olduğunu unutmamak gerek. Bu cümlenin ilk muhatabı da bu satırların yazarı olsun.