Amerika da kim ki!
Amerikan seçimleri geldi geçti. Tüm dünyada olduğu gibi bizde de çok tartışıldı sonuçlar, hatta bazılarımızda Trump sevicilik zirve bile yaptı. Geçen hafta haberlere de yansıdığı üzere bir ankete göre Trump, Cumhuriyetçilerden ayrılıp kendi partisini kursa yeni partiye katılacağını söyleyenlerin oranı %45 çıkmış. Allah’tan Trump parti kurmak gibi bir niyeti olmadığını açıkladı da derin bir nefes aldık!
Trump, kanaatimce dünya genelinde yükselen faşizan-otoriter yönetim anlayışının demokrasileri de içine çekme sürecinin zirvesiydi ve ABD içinde beklenilenden de başarılı oldu.
Peki, başarılı gözükmesine rağmen ne oldu da Trump kaybetti?
Trump’ın kaybedişinin arkasında aslında beklenmedik bir sebep yatıyor. Trump, liberal politikalardan zarar gördüğünü düşünen ve kendilerinin devlet tarafından korunmasını isteyen alt ve orta sınıflarca hararetle desteklendi hatta dünün göçmenleri bugünün yerlileri olarak Amerika’nın dışa kapanmasını hararetle desteklediler. Trump da bulduğu her fırsatta göçmenlerin kurduğu ülkede göçmenleri bir tehdit olarak göstermekten çekinmedi.
İşte Amerika’nın farkı da burada ortaya çıkıyor. Bu saldırgan politikalara karşı Amerikan federal çalışanları çoğu kez Anayasayı arkalarına alarak karşı durdu. Trump’ın genelgelerinden uçurtma yapan savcılar bile gördük. Bu da bizim sanırım kolay kolay anlayamayacağımız bir durum.
***
28 Şubat’ın yıldönümünde şaşalı cümlelerle geçmiş acılarımızı deşenlerin çoğunun o zor günlerde EMİR ERİ olarak en önde koştuklarını belki kendileri ve maalesef mağdurlarının çoğu unutsa da bir avuç vicdan sahibi insan hala unutmadı. Bu nedenle bugünün sıkıntıları karşısında dilsiz kalanların yarın devran döndüğünde devlet(!) yine birilerini hedef tahtasına koyduğunda -bugün geçmişe göz yaşı döken- bu tiplerin yeni görevlerine aynı aşk ve şevkle sarılacaklarını unutmaması gerekiyor.
***
Neyse biz Amerika’ya bakalım, orası daha mühim. Büyük Şeytana ne oldu?
Neredeyse tam bir yıldır tüm dünya pandemi ile mücadele ediyor. Pandemi sürecinde dünya ekonomisi çok ciddi şekilde küçüldü. Devletlerin pek çoğu ellerindeki birikimleri halka dağıtmak zorunda kaldı. Bizim gibi ekonomisi çok güçlü olmayan ülkeler ara çözümlerle işi yürütmeye çalıştı. Bunun bedelini de maalesef alt ve orta sınıflar ödedi.
İşte Trump’ın düşüşü de burada başladı. Pandemi sürecine denk gelmese idi Trump’ın ikinci kez seçilmesi neredeyse kesin gibiydi. Peki pandemi neyi değiştirdi?
Aslında Trump’ın Amerikalıları düşünüyormuş yaptığı o büyük lafların çoğunun içi boş kuru hamaset olduğu bir avuç zengin muhafazakar Amerikalıyı tatminden öte gitmediği ortaya çıktı. Amerikalı orta sınıfın görece yükselişi alt sınıfları da göreceli olarak yukarı taşımıştı. Ancak, Amerika gibi bir ülkede yaşıyorsanız sağlık hizmetlerine ulaşmanız -bizim anlayamayacağımız bir şekilde- çok da kolay değil. Bu nedenle ekonomik göstergelerdeki iyiye gidiş bir anda terse döndü ve pandeminin Trump yönetimince önemsenmemesi alt sınıf için büyük bir felaket olarak döndü. Amerikan kaynaklı haberlerde pek çok Amerikalının sağlık hizmetlerinin çok pahalı olması nedeniyle hastanelere gidemediği ve çaresizce evlerinde ölümü beklediğini okuduk. Pandemi vaka sayıları bile doğru dürüst tespit edilemedi uzun süre.
Dolayısıyla kendilerini önemsediğini ve önlerine yeni bir dünya açtığını düşündükleri Trump’ın hiç de göründüğü gibi olmadığı ve aslında seçkin bir orta sınıfa hizmet ettiği gerçeği ile yüzleşildi. Bu nedenle sonucu Biden’ın başarısından çok pandeminin gösterdiği acı gerçekler belirledi.
S. Zweig “İnsanlığın yıldızının parladığı ve söndüğü” anlardan bahseder. O sönüşlerden birini yaşayan Amerikalılara pandemi süreci popülist ve faşizan politikaların uzun vadede mutluluk getirmeyeceğini açıkça hissettirdi ve Amerikalılar kıl payıyla da olsa demokrasiyi tercih ettiler.
Tekraren söylüyorum; ülkemizde Amerikan tarihi özellikle ders olarak özellikle okutulmalı. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan “Tüm insanların eşit yaratıldığını, Yaradanları tarafından kendilerine devredilemez hakların verildiğini ve bu hakların Yaşam, Özgürlük ve Mutluluğa Erişme haklarının bulunduğu gerçeklerinin apaçık ortada olduğunu kabul ediyoruz.” İfadesindeki eşit insanın -o gün- gerçekte sadece beyaz erkekleri içine aldığını ama uzun bir mücadele sürecinin ardından siyahlar ve kadınların da buna dahil olabildiğini bilmek gerekiyor.
Bu gerçekten okunması gereken destansı bir öykü ama biz Amerika Birleşik Devletleri’ne köksüz bir devlet olarak bakmayı daha çok seviyoruz. Keşke biraz okusak da köksüz dediğimiz devletin köklerinin nasıl çok uzun bir geçmişin birikimini içselleştirdiğini görebilsek. Belki bize de bir sürü ders çıkardı.