Çocukları ve kendimizi kandırmaya devam!
Tüm dünya gibi Türkiye’nin de pandemi krizi ile mücadele ettiği bu günlerde hayatın rutin akışı içinde ekonomik faaliyetler nasıl devam ediyorsa, eğitim hayatımızın maalesef olmazsa olmazı sınav maratonu da devam ediyor.
Geçen hafta cumartesi günü Türkiye genelinde LGS sınavları yapıldı ve bu hafta sonunda da TYT ve AYT yapılacak.
Pandemi krizi nedeniyle herkesin diken üstünde olduğu bugünlerde bu sınavları yapmak-yapabilmek bile hem büyük cesaret hem de büyük başarı. Umarız Tv’lerde uzmanlarca tartışılan ve endişelenilen durumlarla karşılaşmayız.
Aslında cumartesi günü karşılaştığımız manzaralar bizlere ülkemizdeki sınav algısının ne denli yanlış olduğunu bir kere daha gösterdi. Sayın Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un endişeler üzerine “LGS zorunlu bir sınav değil, isteyen giriyor” açıklaması aslında içinde bulunduğumuz tuhaflığı fazlası ile gösteriyor. Girilmesi zaruri olmayan sınavlara ülke genelinde öğrencilerin neredeyse %90’ı katılıyor. Üniversite sınavlarına girenler ise mezunlar ve mezun olacaklardan oluşan koca bir ordu gibi zaten.
Gazetemiz Karar dahil, hemen tüm yazılı ve görsel basın-yayın organlarında göz yaşartıcı sınav hikayeleri paylaşıldı. Engelli çocuğunu sınava sırtında taşıyan velilerden, hasta çocuklar için açılan tek kişilik sınav salonlarına kadar çok sayıda haber düştü sayfa ve ekranlara.
Elbette bu haberlerin bir yanlışı yok, zaten eleştirim de bu haberlere değil. Bu yüzbinlerce öğrencinin %90’nının kendisini bu sınava girmek zorunda hissetmesi ve girmesi ve bizlerin de bunu normal kabul etmemiz.
İşin trajikomik yönü istatistiksel olarak bu kadar olmasa da Türkiye genelinde kağıt üstünde -verilere göre- bu sınavlara girebilecek öğrenci sayısı sanırım %60-70’lere yakın. Nereden mi çıkarıyorum, her yıl iki öğrenciden biri taktir ya da teşekkür belgesi alıyor. Görünüşte çok başarılı bir öğrenci kitlemiz var!
Öğrencilik yıllarımda 1500-2000 civarında öğrenci içinden dönem ve yıl sonlarında iftihar kürsüsüne çıkan öğrenci sayısı iki elin parmaklarını zor geçer, taktir ulaşılmaz, teşekkür ise zor elde edilen bir başarı olarak görülürdü. Bu öğrenciler de parmakla gösterilirdi. Şimdi ise neredeyse tüm okulu sahneye alıyor, onları alkışlayacak öğrenci bırakmıyoruz.
Biz öğrencileri bu şekilde bol bol onurlandırırken dönüp de bu öğrencilere ve velilerine ‘sınav zorunlu değil’i nasıl açıklayabiliriz ki?
Bizzat şahit olduğum durumlardan birisi gerçekten çok trajik. Sınav günü kaynaştırmalı öğrencilerden birisinin velisi okul kapısına çocuğu ile birlikte herkesten önce gelmişti. Kimse yanlış anlamasın ama içinde bulunduğumuz durumun vahameti ancak bu şekilde anlatılabilir. Bu öğrencimiz fiziksel yaşı itibariyle diğer çocuklarla aynı yaş grubunda olmakla birlikte pek çok melekesi akranlarına göre 2 hatta 3-4 yaş geriden gelirken, biz bu öğrencimizi diğerleri ile birlikte yarıştırmaktan geri durmuyoruz.
Geçmişte de bu ülkede sınavalar yapılıyordu. Yaşı 40 ve üstü olanlar çok iyi bilir ki geçmişte bu tür sınavlara her öğrenci giremezdi. Belli derslerden belli bir not ortalamasını tutturamayan öğrenciler bu sınavlara katılamazdı. Şimdi ise böyle bir kıstas yok.
Maalesef 1999 sonrası yapılan değişiklikler yüzünden eğitim-öğretim sistemimizde hemen hemen sağlıklı hiçbir geçme kriteri yok. Daha önce yazdım yine tekrarlamakta bir sakınca yok; Türkiye’de okul kapısından giren bir öğrenci hiçbir şey yapmadan, hiçbir engele takılmadan Allah ömür verir ve devamsızlık da yapmazsa 12 yıl sonra lise diplomasını alabiliyor.
Hayatın doğasına aykırı bir durum ama ne hikmetse bu durum hiç kimseyi rahatsız etmiyor ve daha kötüsü kapısında üniversite tabelası yazan pek çok üniversitemiz de hızla aynı yola girmiş ya da girmek üzere.
Sonra da diplomalı işsizler haberi yapıyoruz.
Ve biz daha bu durumun fecaatinin bile farkında değilken bir yerlerde özel bir şirket tarafından uzaya uydu fırlatılıyor, birileri Marsa üs kurmak için projeler geliştiriyor ve bizler de boş boş ne var bunda diyoruz.
Tabii ki bizdeki bazı alimler zaten Mars’ta toprak ve kayadan başka bir şey olmadığını, uzayın da boşluk olduğunu bildikleri için bu işlerin boş işler olduğunu bizlere vazediyorlar. Hal böyle olunca bize de “Efendim Endülüs olmasa Batı medeniyeti olmazdı!” avuntusundan başka bir şey kalmıyor.