Kut’u ebedi sanmak!
Çin tarihi ile ilgili okuduğum bir kitapta Çin hükümdarlarının egemenliklerini halka kabul ettirebilmek için onları
toprağa yerleştirmeye büyük önem verdikleri anlatılıyordu. Çünkü, birkaç dönümlük de olsa bir araziye sahip olan köylü bir süre sonra o küçük mülkiyetinin kölesi haline dönüşüyor ve bütün hayatını onu korumak üzerine inşa ediyordu. Bu nedenle yukarılarda neler olduğu onu çok fazla ilgilendirmiyor ve büyük bir kıskançlıkla toprağını elinde tutmak dışında bir gaye edinemiyordu.
Ünlü Japon yönetmen A. Kurusowa da “7 Samuray” filminde köylüler ve samuraylar arasındaki ilişkiyi anlatırken bu duruma birçok atıflarda bulunuyordu. Toprak parçası aslında vergi veren gönüllü kölelere dönüşmenin bir aracı. Buradan yola çıkarsak modern çalışma koşullarını da buna benzetebiliriz.
Mete’nin Hunları yerleşik hayattan men etmek istemesinin sebebi hem azınlık olması hem de halkının içindeki özgür ruhu korumaktı.
***
Uzun Osmanlı asırlarını göçebelik-yerleşiklik çekişmesi olarak okursak hiç de yanlış yapmış olmayız. Osmanlı erken dönemden itibaren göçebeleri toprağa yerleştirmenin akıllı ve uslu bir reaya üretmek için gerekli olduğunu kavramıştı. Bu tecrübeyi aslında Selçuklu’dan tevarüs etmişti.
Selçuk Bey’in komutasında Samanoğulları devleti hizmetine giren göçer Oğuzların kendileri gibi Türk olan Gaznelilerle girdikleri kanlı mücadelenin sebebi aslında çok basitti: yerleşikler ile göçerlerin kavgası.
Tuğrul ve Çağrı Beylerin yerleşiklere karşı elde ettikleri zaferin hemen ardından emirlerindeki boyları Bizans sınırlarına sürmeleri ve yerleşik İslam merkezlerinden uzak tutmak istemeleri hem ibretlik bir durumdu hem de Osmanlılar için bir ders niteliği taşıyordu. Osmanlılar göçerlerin yarı bağımsız ruhlarına gem vurmak için onları yerleşik hayata zorluyordu.
Yıldırım Bayezit’in girişimi akamete uğrasa da Fatih bu işi geri dönülmez bir noktaya taşıdı. Çandarlı’nın düşüşüne biraz da buradan bakmak lazım. Bizim Batı’lı(!) gözü ile Muhteşem Süleyman dediğimiz dönemin Anadolu için (tabii ki öncesi ile birlikte) hiç de parlak bir dönem olmadığı, tam tersi isyan ile dolu olduğu tarihsel bir gerçek.
Anadolu nüfusunun esasını oluşturan göçerler ve daha yeni yeni yerleşik hayata geçmiş olan büyük kitleler düzenli ve merkezi bir devlete bağlılığın ne demek olduğunu henüz tam olarak bilmiyorlardı. Hala geçmiş masallarda kalan eski dönemlerin hatıraları ile yaşıyor ve merkeze karşı kendilerini eşit görüyor, eski yarı serbest (federal) günlerinin rüzgârı ile devletle hesap görmeye kalkabiliyorlardı. Elbette başka birçok sebep de var ama asli sebep bu idi.
Safevilerin doğuşu ve gelişimini de bu gerilim içinde okumak gerek. Bir zamanlar Osmanlı Hakanlarına güç ve kudret veren göçer boylar şimdi de Şah İsmail’e güç ve kudret bahşediyordu. Bu sürecin Osmanlı için bir felaket getireceğini erken fark eden I. Selim devletin bekası adına çok acımasız tedbirler almıştı.
Kaçınılmaz bir şekilde, Safevileri yükselten boyların kaderleri ilerleyen yıllarda Osmanlıdakinden farklı olamayacaktı. İki devlet de göçebeliğe karşı Ortodoks İslam’ın merkezindeki iki kanadı bilinçli olarak göçebeliği dizginlemek için benimseyeceklerdi: Sünnilik ve Şiilik.
***
Türk kültürünü okuyup, okuturken bu büyük dönüşüm beni şaşkınlığa uğratan temel unsurlardan biri olmuştur. Bozkırın özgür ruhları nasıl olup da köylüleşti?
Osmanlı’nın sorunu bu özgür ruhları ne şehirlileştirebilmesi ne de kendi hallerine bırakması idi. İkisinin arasında bir yerde köylülükte bırakırken, Cumhuriyet de modernleşme adı altında köylüyü köyde tutmak isterken şehirlerin köylüleşmesine yol açtı.
Devlete ve Padişahlara bakış da bu süreçte yeniden inşa edildi. Kuruluş devrinin efsanevi hükümdarları halk için kendi içlerinden biri iken, Fatih ve ardılları kendilerini daha yukarı bir yere yerleştirdi. Halk bu yeni role sanıldığı gibi hemen biat etmedi. Biat şaşırtıcı bir şekilde zaferler çağında değil duraklama ve geri çekiliş sürecinde geldi. Devlet güç kaybettikçe, halk toprağa kök saldıkça ve dış tehdit yükseldikçe devlet giderek daha da kutsallaşırken, padişahlar da evliya(?) katına çıktılar. Töre artık tek taraflı işliyordu…
Sonraki asırlarda devlet gücünü pek çok yerel otorite ve güç odakları ile paylaşsa da bunlar varlıklarını devam ettirmek için halka dayanmak yerine genelde merkez ile iyi geçinmeyi seçtiler. Talihsizliğimize bakın ki bugünkü Türk burjuvazisi(!) de aynı yolun yolcusu olduğu için hiçbir zaman demokrasinin yol göstericisi olamadı.
Halbuki töre değişebildiği gibi Kut da el değiştirebilirdi ama bu unutulup gitti. Belki de Fatih’in en büyük başarısı İstanbul’u fetihten ziyade bu tarihsel birikimi soyu lehine dönüştürmesi idi. Bunun götürüsü belki de yeni bir hanedanın yaratacağı dinamizmin kaybedilmesi oldu.
Hep düşünmüşümdür, elin İngiliz’i, Rus’u araya girip İbrahim Paşa’nın İstanbul’a zaferle girmesini engellemeseydi bizi acaba nasıl bir gelecek bekliyor olabilirdi?
Tarih niye okunur ki, bugünü anlamak için değil mi?