Malımız mı yağmalanıyor?
Yerel seçimlerin üzerinden neredeyse dokuz gün geçti ama henüz tartışmalar bitecek gibi değil ve maalesef bizler oy saymaktan henüz asıl işlerimize dönmüş değiliz. Biz oy sayarken Çinliler, Avrupalılar ve Amerikalılar pek çok alanda yüzlerce yeni patent başvurusu yapmış durumdalar.
Geçen hafta sandığa gitmenin aslında çok da fetişleştirilmemesi gerektiğini ima ederek STK’ların pek çok açıdan çok daha önemli olduğunu vurgulamıştım. Özellikle İstanbul tartışmaları maalesef siyasetin asıl rayında gitmediğini açıkça göstermekte. Ne yazık ki bizde siyaset ile hemen her alan bir şekilde birbiri ile bağlantılı.
Osmanlıdan beri bu topraklarda zenginlik de aş da iş de hep büyük oranda devletten geçiyor. Devletle bir şekilde bağlantı kurduğunuzda açamayacağınız kapı yok. Dahası elinizdekini tutabilmek istiyorsanız bir şekilde devletlilerle iyi geçinmeniz gerekiyor. Böyle olduğu için de bir türlü sivil ayağımız gelişemiyor çünkü en sivilimiz bile bir şekilde kendisini devlete beğendirme peşinde. STK’larımızda bu yüzden devletin istediği kadar sivil olabiliyor aksi takdirde yaşamaları çok da mümkün değil. Bir şekilde devleti elinde tutan güç odaklarından bir ya da bir kaçına sırtınızı dayamak zorundasınız.
Maalesef üzülerek görmekteyim ki ülkemizde belediyeler bu tür bir paylaşımın merkezi haline gelmiş durumda.
***
Ortalığın tozu dumanı arasında nedense aklıma Osmanlıdaki müsadere uygulaması geldi.
Türk demokrasi tarihinin üç önemli kilometre taşında – Tanzimat ve Islahat Fermanları ve Kanuni Esasi- aynı vaat var: Müsadere uygulamasına son verilmesi.
Müsadere nedir? Yeni nesil pek bilmez, tarih derslerinde duymuşlarsa bile çok da hatırlarında kalmamıştır.
İslam Ansiklopedisi (İA) müsadereyi şu şekilde tarif ediyor: “Sözlükte “ısrarla istemek” anlamındaki sudûr kökünden türeyen ve “çekip almak” mânasına gelen müsâdere, devlet tarafından hazineye irat kaydetmek veya bir süre koruma altına almak üzere ceza veya tedbir olarak bir mala el konulması tasarrufudur. Özellikle kamu görevlilerinin haksız yollarla elde ettikleri gelir veya emlâkin tamamına ya da bir kısmına devletin el koymasını ifade eder. Uygulamada, hazine açıklarını kapatmak amacıyla kamu görevlilerinin veya sivil kişilerin mallarına el konulması da bu şekilde adlandırılmıştır.”
Osmanlılardaki uygulamayı ise yine İA’da “Müsâdere usulü, Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde yalnız devlet malını zimmetine geçirenlerle isyancılar hakkında uygulanan bir ceza türü iken zamanla merkezî yönetime siyasî ve iktisadî menfaat sağlamak amacıyla başvurulan bir vasıta halini almıştır. Devletin kuruluşundan XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden bir buçuk asırlık süreçte keyfî müsâderelere pek rastlanmamışsa da Fâtih Sultan Mehmed döneminden (1451-1481) itibaren Tanzimat Fermanı’nın ilânına kadar yaklaşık dört asır boyunca çeşitli şekillerde uygulanmıştır.” şeklinde açıklıyor. Fatih devrinden itibaren “müsâdere, ulemâ dışındaki devlet görevlilerinden kayda değer mal varlığı bulunan herkese suçlu olup olmadığına bakılmaksızın uygulanan bir gelenek halini aldı. Zira dönemin yönetim anlayışına göre devlet görevlilerinin kullanımına sunulan mal, para ve çeşitli malzeme şahsa değil makama aitti. Bundan dolayı ne kadar hizmeti geçerse geçsin bir devlet adamının vefatı halinde edindiği mallar yeniden devlete intikal ederdi.”
Ancak iş burada kalmamış XVII. Yüzyıldan itibaren ulema sınıfından Kazaskerlere ve Şeyhülislamlara, Viyana Bozgunundan sonra ise sıradan insanlara kadar uzandığı görülüyor.
Osmanlı bu acımasız görünen döngüde küçük de olsa açık bir kapı bırakmış. Müsadereyi mukadder bir gelecek olarak gören yüksek Osmanlı bürokrasisi Osmanlı vakıf sistemi içinde çok önemli bir yeri olan evladiyelik vakıflar kurarak en azından evlatlarının geleceklerini garanti altına almaya çalışmıştır. Her ne kadar malı müsadere edilen kimsenin evlatlarına bir miktar servet bırakılsa da sanırım kimse bunu yeterli görmemiş. Osmanlıda vakıf mallarına kolay kolay el konulmazdı. Vakıf kurucuları da bunu bildikleri için kurdukları bu vakıfların gelirlerinin bir kısmını vakfın idaresinden sorumlu olacak olan mütevelli heyetine bırakırlardı. Tabii ki mütevelli heyeti de genellikle vakıf kurucusunun evlatları olurdu.
Düşünmeden edemiyorum, acaba belediyeler birilerimizin babasının terekesine mi kayıtlı acaba?