Angelopoulos sineması ve anlam
27 Nisan 1935 tarihinde Atina’da doğan Angelopoluos, dünya sinema tarihine farklı bir yön çizmiş, hala daha dünyanın en etkili yönetmenlerinden birisi olarak bilinen ve geliştirdiği yeni teknikler ve sinematografyle yeri doldurulması mümkün olmayan bir yönetmendir.
Rusya’da Andrei Tarkovsky veya İtalya’da Antonioni gibi, Angelopoulos da kendi kültürünün tarihini ve bireysel kimliklerini keşfetmek için sinemayı kullandı çünkü onun için sinema sadece estetik değil, aynı zamanda kültürel bir ortamdı. Yunan miti, antik trajedi ve destan, Bizans ikonografisi, Yunan ve Balkan tarihi, buzuki müziği, gölge kukla tiyatrosu, Yunan taverna geleneği gibi geniş kapsamlı etkilerle Angelopoulos, ülkesinin tüm değerlerini sanatına ve filmlerine geçmiş vurgusuyla eklemledi. Tüm filmleri bu kimlik ögelerine adanmıştır ve her biri Yunanistan’ın geçmişinin çeşitli dönemlerini yansıtır. Bunlar, gücün şiddetle kötüye kullanılmasının doğası ve tehlikeleriyle ilişkili Yunan mit ve kültürüyle derinleşmiş bir tavrı yansıtır.
Angelopoulos, filmlerinin her birinde sinemayı yeniden keşfetmeye yardımcı olur. Özenle oluşturulmuş sahneler ve çok sayıda uzun plan ile karakterize edilen sihirli bir sinema tarzı geliştirmesi, estetiği ülkesinin kültürüyle harmanlamasından çıkmış büyülü alanlardır. Sahneler bir resim müzesinde geziyormuş gibi sanatsaldır. Zaman algısına ve tüketim topluma inat, dikkat süresinin giderek azaldığı bir çağda, Angelopoulos bir tefekkür sineması yönetmeni olmuştur.
20. yüzyılın savaşları ve yıkımından geriye kalan en önemli şey bu yüzyılda üretim, tüketim alışkanlıklarının değişmesi, zorunlu göç, sömürgeciliğin düzeni, savaş sonrası kişinin uyum sağlaması gereken değişim ve değişimin yıkıcı etkisiydi. Aynı zamanda bu dönüşümün birey üzerindeki etkisi... İşte tam bu noktada Angelopoulos’un karakterleri bu etkiyi fazlasıyla yaşayan ve yabancılaşan flanörlere dönüşüyordu. Geçmişini de yanına alarak hem kendisini hem de toplumu sürekli irdeleyen, gözlemleyen şimdiki zaman ve gelecek arasında devamlı gidip gelen hüzünlü flanörler...
Savaş sonrası dünyanın anlamlandırılması gereken yanları vardı. Angelopoulos, çatışmalar ve acılarla yoğrulmuş halkların, sınırların anlamsızlığının insanoğlunun sanat sayesinde aynı çizgide buluşabileceğinin imgesini inatla zorlamaya devam etti. Yunan ve Balkan halklarının savaşlarla dolu geçmişine bir ağıdı vardı ve savaşa olan öfkesini hemen her filminde vurgulamaya devam ediyordu.. Bu onun aslında politize olmuş, tepkisel saiklerle başladığı Marksist ve Brechtyen sinemasının hümanizmaya ve varoluşçuluk temelli bir sanat anlayışına da evrilişiydi bir anlamda. Ki zaten Angelopoulos’un ilk filmleri hatıra ve onun imgeleri yoluyla inşa edilirken, sonraki filmleri saf, katışıksız hatıra sunar.
Elbette Angelopoulos’un ana fikri gerçekliktir. Ruhunu mitolojik evrenden edinmiş tüm öykülerde dahi dayanağı gerçeklik, hususen toplumsal gerçeklik olmuştur. Ülkesinin topyekun hikayesini görülmek veya duyulmak istediği gibi değil yalın ve saf haliyle sunduğu için otoritenin de korkulu rüyası oluverir bu anlamda. Çünkü otorite olanı değil, olmasını istediği hayalin ya da oluyormuş gibi gösterilmesini istediği şeylerin sunumuna izin verir. Bu yüzden Angelopoulos açtığı özerk sinema alanında katışıksız gerçekleri hayalle değil belki mitolojik bağıntıyla büyülü anlara çevirmiştir. Kendisinin de sinemasının da alameti budur.
Yönetmenin sinematik bakış açısından ve filmlerinin yapısından antik çağ filozoflarının evren betimlemelerini ve tasavvurlarını gözlemleyebiliriz. Evrenin yaradılışında önemli bir anlamı olan ve akışkan, belirsiz ve kutsal kabul edilen su, yaşamın özü olan su, neredeyse tüm filmlerinde boşluğu vurgulayan temel bir olgu olmuştur. Üzerinde Lenin heykelinin akıp gittiği su, tüm kenti içine yutmuş bir sel, Sonsuzluk ve Bir Gün’de Anna’nın ellerinde mendillerle ufkuna yürüdüğü engin... Sisli, buğulu bir denizin, belirsizliğin, durgunluğun aktardığı sonsuzluk duygusu bir anlamda ontolojik anlam kazandırıyordu filmlere.
Elbette tüm filmleri ve mahiyeti bu yazıya sığmayacak büyüklükte. Bu hakkımı en çok sevdiğim filmi olan Sonsuzluk ve Bir gün’den yana kullanmak isterim. Müzikleri, sahneleri, senaryosu ile hala daha unutulamaz bir yerde. Hayat hakkında derin bir kararsızlığa sahip, duygulu, bitkin ve ölmek üzere olduğunun haberini olan Alexandre’ın göçmen bir çocukla savaşın yıkıcı izlerini sürmesi, ihmal ettiği tüm sevdikleriyle geçmişi ve pişmanlıklarıyla yüzleşmesi ve hayatın sonsuzluk kadar uzun, bir gün kadar kısa olduğunu bellediğimiz o inanılmaz anları seyrettiğimiz şölen. 98’de Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan bu film hala daha Avrupa Sineması’nın ürettiği en iyi film bana göre. Ne kadar büyük ve yeri doldurulamaz bir yönetmen olduğunun da ispatı.
“Neden anne, neden hiçbir şey beklendiği gibi olmadı?
Söyle bana anne, insan neden bilmez nasıl seveceğini...”