‘Araba Sevdası’ ya da ‘ıstakoz fermanı’
1800’lerin başlarında Osmanlı’da batılılaşma etkisiyle zevklerin çeşitliliğinden ve bunun getirisi olarak israfın artmasından bahsedilir.
İkinci Mahmut dönemine gelindiğinde kapalı kapılar ardındaki saray hayatı daha halkın içine karışan bir forma bürünür. Batılılaşma zamanları da haliyle harcamaların artması demektir. Devşirilmiş bir sürü yeni tarz-ı hayat giyimde, kuşamda, şahsi zevklerde kendisini göstermeye başlar…
Abdülmecit dönemine, 1850’lere gelindiğinde de artık alışılmış bu şaşaalı hayatı terk etmek iyice zor hale gelmiştir. Lüksün tadına varmış aile bireyleri arasında artık bu asla mümkün bir hal değildir.
Ülkede batılılaşma etkisiyle beliren alafranga yaşam tarzı, yemekten kıyafete, takıdan mücevhere, ev dekorasyonundan mimari gösterişe kadar her alana nüfuz etmişti. Saray ahalisinin Beyoğlu ve Galata’daki tüccar, sarraf ve mobilyacılara lüks tüketim giderleri anlamında bayağı borçlanıldığı bilinir. Hatta ellerindeki veresiye defterleri bu israfın en büyük delillerindendir.
Padişah kızları, eşleri ve ahalisi arasında yayılan bu harcama çılgınlığı artık geri dönülemez noktaya gelmiştir. Saray mobilyalarının modayla birlikte yenilenmesi, mefruşatların güncellenmesi, her düğünün en gösterişli haline, her eğlencenin en çok harcama yapma yarışının olduğu bir şekle bürünmesi, saray hazinesinin tükenişine ve devlet hazinesinden yardım istenilmesine kadar gidilen süreci anlatır.
Sultan Abdülmecit borçlanma ve israf furyası yüzünden iyice zor dürüme düşmüştür. Artık saklayamadığı bu sinsi iflas, resmi görevlerdeki damatlarını görevden almasıyla ya da güncellenmiş ifadeyle “görevden affını istemeleriyle” diyelim, iyice faş olur. Bununla da kalmaz bir emir yayınlatır ve veresiye defterleri oldukça kabarık olan sarraf ve tüccarları saray ahalisine mal vermemeleri konusunda ikaz eder.
Saray ehli ile alışverişe devam eden esnafın parasının zinhar ödenmeyeceği tehditleri vardır emirin içerisinde. Bu belge saray sırlarının, sarayın ne kadar zor durumda olduğunun gözler önüne serilmesi açısından manidardır.
Bu eylemlerdeki asıl anlam ise padişahın harcamalar konusunda kendi ahalisine söz geçiremiyor olmasıdır. Tebaasının israfına kısıtlama getiremeyen padişahın kendilerinden alışveriş yapılan esnafı yüce bir emirle tehdit etmesi, durumu analiz etmek açısından manidardır. Nitekim alınan tedbirler de palyatiftir. Fuat Paşa’nın borçla da olsa sarayı paraya kavuşturması tekrar en başa dönülmesine sebep olacaktır.
Osmanlı yenileşme hareketleri çerçevesinde Tanzimatla birlikte yaşanan batılılaşma dönüşümü ve bu dönüşümün aksi tesirleri dönem itibarıyla sadece halkın duyduğu bir endişe olarak kalmamış edebiyata da damga vurmuştur.
Bu özentiliğin ve savurganlığın -aslında bir anlamda görmemişliğin- timsal kişisi Bihruz Bey, “Araba Sevdası” isimli ölümsüz eserde neşv-u nema bulmuştur.
Araba Sevdası, Türk Edebiyatı’nın ilk gerçekçi romanı olma yönünü bu yüzleşmeye borçludur. Dönemin paşalarından birisinin oğlu olan Bihruz Bey’in eğlence ve zevk düşkünlüğüyle birlikte babasından miras kalan tüm varlığını tüketmesi, olması gerekenle olan arasındaki derin uçurumu gözlerimizin önüne sermesi, her şeyin nasıl da sınıfsal olduğu gerçeğinin anlatımı günümüze tuttuğu büyüteç olarak da manidardır.
Batı ile Türk modernleşmesi arasındaki flörtün büyük bedeller ödetmiş olduğu toprakların bir ferdi olarak, böyle yakın tarihimizde vuku bulmuş hadiseleri de anlatan tarihi ve edebi uzun bir girizgahtan sonra geldiğimiz noktanın ibret-i alem halini de anlatmasak olmaz diye düşünüyorum.
Dersini almamış sefahat-perver yönetimin yüzde 71 enflasyon duvarına dayandığı şu canım ülkemizin garabeti, batılılaşma fikrini yanlış anlamış müsrif saray ahalisinden hallice mi bilemiyorum.
Kendi kızlarına harcama yasağı getiren Abdülmecit yine bir yokuş aşağı hızla yuvarlanan kartopunun nasıl da çığ olacağını öngörmüş diyelim. Ülkede ekonomik kıskaç içerisinde -haliyle- seçimi oldukça büyük bir hezimetle kaybetmiş iktidarın vekili, seçim çalışmasından yorgun çıkmış da dinlenmeye Monaco’da ıstakoz yemeye gidiyor. Ne güzel ödüllendirme gerçekten.
Sonra akla ziyan bir açıklama geliyor ki bu büyük infiale neden olan, halden anlamayan nadan tavrına ülkenin diğer acılarını perde eyliyor. Böyle temsiline soyunduğu milletin zerrece haliyle hallenmemiş, acısıyla dertlenmemiş yandan fönlü alafranga duruş, seçim sancısını ancak yatta ıstakoz yiyerek giderebilirdi demek ki. Bu lüksün getirisi budur. Kimse kusura bakmasın.
İş işten geçince bir yüzleşme furyasıdır gitmede. İktidar yöresine, gazetecisine, muhibbanına bir “ben dememiş miydim” rahatlığı geliverdi. Bir özeleştiri, bir pişmanlık. O eski halinden eser yok inan…
Eskiden bu mümkün değildi takdir edersiniz ki. O ululuğa, o haşmete bir tenkit getirebilen herkes bedelini anlı şanlı ödedi zira. Fakat düşmeyegör, felaketin aklı evvel habercileri, muhalif gazeteciler ne yazdıysa tırtıklayıp tırtıklayıp önüne Amerika’yı keşfeder gibi yeniden koyuyor. Gülelim işte bu hale.
Güldüğümüz hal bu geç gelen, aslında gelmeyen, zorla getirilmiş akıllanma hali. Yoksa Batı cephesinde yeni bir şey yok. Çünkü padişahın kızları gibi harcamaya alışmış, o gücün tadına varmış kimseden adanmışlık, fabrika ayarlarına geri dönüş beklenemez. Oradan anca bir Godot’yu beklerken öyküsü çıkar.
O tren kaçtı, gelmez. Ancak yine bu kemeri halk sıkar, bu bedeli halk öder. Lakin bu fakirleşmeyi de batılılaşma yollarında bile yapamamış olmak ayrı bir kaybeden olma halidir. İşin en acıklı kısmı burasıdır.
Bu derdi unutturacak bir kafadan bacaklı yeme iştahımız bile yoktur. Bir tek yazmayı, ısrarla anlatmayı, sonra da “biz demiştik” demeyi biliriz.