Az konuşan az risk alır
Bu topraklarda doğru zamanlama, doğru fikirden daha kıymetlidir. Fakat herkes bilir ki fazla net olmak tehlikelidir. Bir fikrin olur, sonra bir gün o fikir yüzünden yargılanabilirsin. Bir sözü savunursun, sonra o söz sana ait olmasa da sana mâl edilir. Bu yüzden bu memlekette insanlar fikir değiştirmez görünür, aslında sık sık pozisyon değiştirir. Fikri sabit kalmak değil, yerinde kalabilmek için temkinli olmak gerekir.
Tarihimizde de örneği çoktur bunun. Tanzimat döneminde yenilik isteyenler “gavur özentisi” diye damgalandı. 31 Mart’ta meşrutiyet isteyenler “din bozguncusu” ilan edildi. Birinci Meclis’te hilafeti savunanlar, akabinde “cumhuriyet düşmanı” sayıldı. Tek parti döneminde alkış tutanların çoğu, çok partili hayata geçince “ihanetle” suçlandı. 1960’ta darbe yapanlar “devrimci”, sonra “vesayetçi”, 1980’de anayasa yapanlar “kurtarıcı”, sonra “engelleyici” oldu. Bu topraklarda tarih bile temkinli yazılır. Çünkü bir dönemin kahramanı, başka bir dönemin günah keçisi olur. Olmuştur.
Yakın geçmişte de tablo farklı değildi. 2000’lerin başında özgürlük, açılım, demokrasi gibi kavramlarla yürüyenler, 2010’lara gelindiğinde, yerli ve milli güvenlik söylemiyle artık bu kelimeleri telaffuz edemez hâle geldi. Bir zamanlar çözüm süreciyle barışın önünü açtığını savunanlar, bugün aynı süreci hatırlatanları suçluyor. O dönemde “yetmez ama evet” diyenler hain ilan edildi. Yetmeyen de evet diyen de şimdi susuyor. Çünkü herkes gördü ki bu düzende en az konuşan, en az risk alır. Temkinli olmak, artık düşünmenin değil, hayatta kalmanın gereğidir.
Bu rejim yalnızca muhalefeti değil, kendi tabanını da sessizliğe ve ihtiyata zorlayan bir sistem inşa etti. Onay dışında bir duygunun, bir fikrin, bir kaygının varlığına tahammül yok. Eleştiri duyulmuyor, sadakat ise durmaksızın sınanıyor. Bu yüzden burada doğruyu söylemek değil, doğru kişiyle birlikte söylemek makbul. Aynı söz, yanlış ağızdan çıkarsa tehdit sayılır. Bu da doğal olarak herkesin içe çekilmesine, sesini kısmaya, sorgulamak yerine beklemeye yönelmesine neden oluyor. Artık insanlar konuştukları kadar değil, sustukları kadar güvende.
Oysa düşünce, ancak eleştiriyle derinleşir. Yönetimler, farklı seslerle dengelenebilir. İnsan, ancak bir başkasıyla çarpıştığında kendine varabilir. Fikir, fikirle temas ettiğinde berraklaşır, ses, başka bir sesle karşılaştığında anlamını bulur. Ama bu ülkede hakikatin ağırlığı ne yazık ki uzun süredir yasaklarla değil, cezalandırılma ihtimaliyle bastırılıyor. Bir fikri dile getirmek, onu savunmaktan ziyade, onunla birlikte yargılanma riskini de göze almak anlamına geliyor artık. Keşke böyle olmasaydı.
Keşke düşünce, kendini güvenle açabileceği bir zemin bulabilseydi. Keşke insanlar, sözlerini her an aleyhlerine delil olabilecek cümlelere dönüştürme korkusu taşımadan konuşabilseydi. Keşke hakikati aramak, bu kadar yalnız ve bu kadar tehlikeli bir iş sayılmasaydı.
Ama herkes bilir ki, bir düşüncenin doğruluğu kadar, onu kimin söylediği de önemlidir. Aynı söz, yanlış ağızdan çıktığında suç, hatta ihanet sayılabilir. Bu da insanları konuşmaktan çok susmaya, sorgulamaktan çok beklemeye, düşünmekten çok korunmaya iter. Ve zamanla fikirler değil, sessizlikler birbirine benzemeye başlar.
O yüzden insanlar konuşmak istemez. Çünkü bu ülkede kelimeler hafiftir ama sonuçları ağır olabilir. Barış demekten korkar, çünkü “hangi barış?” sorusu çıkar karşısına. Adalet isterken şüpheyle bakılır, çünkü “kimin adına?” denir. Taraf tutmaz, çünkü tarafsız olan da bir taraf olarak kodlanır. Herkes bir gün, bir kelimenin, bir “yeniden gönder”in, bir eski konuşmanın, bir imânın peşine düşülebileceğini bilir. O yüzden burada temkin, bir duygu değil, bir savunma biçimidir.
Bu ülkenin gerçek problemi muhalefetin zayıflığı değil, toplumun tamamına sinmiş bu temkin refleksidir. Herkesin elini kolunu bağlayan, dilini büküp kalbini bastıran bir iç denetim mekanizması... Ve bununla yaşamak, yalnızca siyasal olarak değil, ruhsal olarak da ağır. Çünkü insan her şeyi yapabilir, ama sürekli kendini tutarak yaşayamaz.
Albert Camus, Cezayir Savaşı sırasında ne direnişçilere ne de kolonyal devlete tam anlamıyla destek verdiği için hem sol hem sağ tarafından dışlandı. Oysa Camus’nün sorusu basitti: “Barış, yalnızca bir ilke değil, aynı zamanda kiminle ve hangi zeminde kurulmuştur?” Bu suskunluk bir kaçış değil, vicdanla hakikat arasına sıkışmış bir yükün sessiz taşıyıcılığıydı. Çünkü barış adına atılacak her adım, birilerini tatmin ederken birilerini incitebilirdi. Bugün biz de aynı yerdeyiz tam olarak: barışı istemeyen yok ama herkes farklı bir barış istiyor.
Barış isteyen herkesi önce suçlayıp sonra yeniden inanmaya davet etmek, ikna değil, imha edilmiş bir hafıza üzerinde yeni bir rıza inşasıdır. Toplum, her an fikrinden dolayı zan altında kalabileceğini düşünüyorsa, orada barış değil, sessizlik büyür. Oysa biz bu topraklarda çok uzun süredir sessiziz. Artık barışı konuşabilmek için yeni bir dil değil, yeni bir samimiyet gerekli. Yeni bir güven dili inşa edilmeden, insanlar barışı değil, yine kendilerini korumayı seçecektir.
Bu yüzden barışa temkinle değil, emekle yaklaşmak gerekir. Temkin, başlangıçta anlaşılabilir. Korku da bir tür bilgidir, tamam fakat temkin, toplumu yalnızca savunmaya değil, inanmamaya da şartlar. Eğer bu kez bir barış umudu yeşerecekse, bu umut suya yazılmış bir metinle değil, ağır ağır kazınmış, geri dönüşü olmayan bir kararlılıkla kurulmalıdır. Bu yalnızca toplumun değil, yönetenlerin de sorumluluğudur.
Bugün barışı ararken suçladığınız insanlara, yarın inanmalarını bekleyemezsiniz. Hafıza yalnızca hatırlamakla değil, taşımakla da ilgilidir. Ve bu toplum, taşıdığı yükü her seferinde “biz demedik” diyenlerin gölgesinde büyüttü.
Artık suçlamaya değil, iknaya ihtiyaç var. İnanmamayı bir suç, susmayı bir işaret, eleştiriyi bir düşmanlık olarak kodlayan dil değişmedikçe barış bir protokol ifadesinden öteye geçemez. Barış, yalnızca silahların değil, yalanların da susmasıdır. Gerçek bir barış inşa edilecekse, bu ancak toplumun artık kendini kandırmaktan vazgeçmesiyle mümkün olabilir.














