Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan
Dünyada en zor şeylerden birisi herhalde mülteci olmaktır. Bıraktığın yerlerin, geçmişinin, hayatının, hatıralarının olmaması. Yaşamın boyunca kurduğun o düzenin can havliyle bırakılması. Yaşamanın sadece nefes alma kısmında kalmak…
Oysa kim nerede misafir? İnsan en çok kendinin sandığı, bütün varlığıyla sahiplendiği, ruhunu kazıkla çakıp sabitlediği her şeyden zamanı gelince koparılan, adı unutulan, sonra unutulduğu da unutulan bir misafir değil mi her yerde?
Memleket, vatan, toprak- yüzbinlerce galaksinin içinde adı anılmaya değmeyecek sabitelere tutunup, inatçı bir bencillikle, burnu sürtülmemiş bir kibirle “benim” dediği her şey – basit bir rüzgarla alınıp götürülecek. Bırak dünyadaki misafirliğini, en çok senin olan yerde, etten kemikten bedeninde misafirsin sen.
“Bu dünyada bir garip, ya da bir yolcu gibi ol” diye bir peygamberin takipçisi olduğunu iddia ederken hele. Kimse kendini kandırmasın, içindeki – sadece O’nun bildiği – putları yıkmadan din kisvesi altında sakladığı ırkçılık bir gün gelip pörtleyiveriyor bu gibilerin.
“Göçmen entegrasyonu” denen kavramın kenarından köşesinden muhatabı olmamış bir ülkeye göçtüler. Eski reklam repliklerinden birisinde “kontrolsüz güç, güç değildir” denirdi. Kontrolsüz göçe de kontrol lazımdı, yoksa göç olmaktan çıkacaktı.
Göç almaya başladığınız andan itibaren doğru bir politika oluşturmak da elzemdir. Göçmenin ülke habitatına uyumu söz konusu olduğunda çok kapsamlı planlar devreye girmelidir. Zira bu kuralları yerleştirmeden ve içselleştirmeden göç kabul eden ülkelerde eninde sonunda bedeli yine mağdur kesim olan mülteciler öder.
Öyle de oldu. Türkiye, 4 milyona yakın Suriyeliyi kabul etti. Ancak bu kadar insanla bir arada yaşayabilmeyi öğrenebilmek şöyle dursun; ev sahibi olarak mülteci düşmanlığı günden güne arttı. “Bu misafirlik fazla uzadı” gibi okudukça utandığım, okudukça yerin dibine girdiğim pankartlarla sosyal medya süslemek vahametin ileri bir boyutu haline geldi. Oysa suçlu yok, yanlış vardı...
Mülteci karşıtı şiddet potansiyelinin nedenleri oldukça fazla. “Suriyelileri kültürel olarak farklı görmek, gayet insani bir eylem içindelerse bunları refahlarının artması olarak değerlendirmek ve bir de bu durumdan rahatsız olmak. Enteresandır biz mültecinin mutlu olanından da rahatsız olmaya başladık...
“Hususen kayıt dışı ekonomide düşük ücretli işlerde çalıştırılmaları.” Özellikle istihdam alanında rekabetin kızıştığı İstanbul, Ankara ve İzmir gibi metropol bölgelerde işsizlik nedeni olarak bu handiyse öldü parasına çalışan insanları işsizliğin nedeni saymak… Her istihdam edilmiş Suriyeli yine potansiyel bir insan kaynakları rakibi olarak görüldü. Oysa boş boş oturarak gelen yardımı beklemeleri daha evlaydı.
Sonra “Suriyelilerin kamu hizmetlerine ve yardımlarına ayrıcalıklı erişim hakkına sahip olduğuna inanmaları...” Onlara ülkedeki vatandaşlara tanınmamış hakların tanımlandığını düşünmek…
Gerçekten böyle olduğunu düşünüyormuşuz ki içlerinden 5-10 tanesinin işlediği suçu koca bir komüniteye iteleyiverdik. Horkheimer gelsin de akıl tutulması görsün…
Bu şikâyetler, özellikle ekonomik büyümenin yavaşladığı ve işsizliğin zirve yaptığı son dönemlerde seçim öncesinde siyasallaştırılmaya hazır aparatlar olmadı mı? Bilimsel veri olarak hiçbir gerçekliği olmayan bu düşünceleri abartmak suretiyle gerçekmiş gibi yayarak bu insanlara duyulan nefret birer seçim kozu olarak köpürtülmedi mi? Bu siyasetçilerin birer kriz nesnesi, milli güvenlik sorunu olduğunu ön göremeyen de biz miydik? Her çorap büyüyerek başımıza örülüyor.
Kendilerini geri götüreceği söylenen otobüsler, ikinci tura kaldığında son can havliyle “mülteciler gidecek” sloganıyla yeniden bir seçim startı almak. Tribüne oynamak… UnutMADIMAKlımda.
Oysa kullandıkları, hiç acımadıkları o insanlar siyasi kozlar uğruna oradan oraya savrulmaları garanti edilmiş topluluklardı. Peki onları bu şekilde hayatınızın merkezine hiçbir entegrasyona tabi tutmadan katan kimdi? Sizin sosyolojiden ve toplum psikolojisinden zerrece anlamayan bu saltanata sorulacak hesabınız yok mu?
1 milyona yakın göçmen çocuktan neredeyse 400 bine yakını okula kayıtlı değil ve diğer kalan kısmı da geçici eğitim merkezlerinde devlet okulu sistemine devam ediyorlar.
Yaşadığım şehir olan Ankara’daki göçmen mahallesine gitmenizi isterim. Hiçbir insanın yaşamak istemeyeceği evlerde oturarak hayata başlıyor ve kendi ekmek paralarını kazanmaya çalışıyorlar.
Elbette her insan topluluğunda olduğu gibi içlerinde kötüler, çok kötüler olabilir. Senelerdir muhatap olduğumuz kadın cinayetlerinin failleri de bizim ülkemizin vatandaşıydı. Böyle bir had bildirme olabilir miydi? Bir insanın suçu bir topluma teşmil edilebilir miydi?
Oysa mülteci karşıtlığı ülkedeki gerginliğin, mutsuzluğun zirve olduğu zamanlarda olur. Bu tür isyanlar, belirgin ve uzaydan dahi görülebilecek düzeyde büyümüş sosyal sorunların, eşitsizliklerin ve bunun neticesi olarak etnik gruplar arasında büyütülen gerilimlerin olduğu bölgelerde her daim meydana gelme eğilimindedir. Bu korkutucu boyuttaki olaylar etkili ve tutarlı sosyal politikaların oluşturulamadığı zamanlarda olur.
Kayseri’de olan ve diğer şehirlere ağır ağır yayılan olaylar çok vahim olaylar. Masumların, çocukların, yaşlıların ve kadınların zarar gördüğü hiçbir baş kaldırı haklı bir baş kaldırı değildir.
Yerinden yurdundan edilmenin, kötü yönetilmenin, baskı ve zorbalığın, savaşın, yangının, bomba seslerinin arasından sadece yakınlarını alarak uzaklaşmak... Hayale getirmesi zor, dile getirmesi zor olayların öznesi insanlar şimdi başka zorluklarla mücadele etmek zorunda… Ve tüm bu olanlar yetmiyormuş gibi mal varlıkları yakılıyor, yağma ve talan ediliyor ve tartaklanıyorlar.
Halbuki bizim dertlerimize dert katanlar onlar değil… Şarkıda söylendiği gibi;
“Uzaklarda arama, çünkü sen içimdesin.”