Depremle yıkılan hayatlar, sapasağlam koltuklar
İki yıl geçti... O büyük sarsıntının, şehirleri yerle bir eden, insanları canlarından ayıran o kapkara gecenin üzerinden tam iki yıl geçti.
Binalar yıkıldı, hayatlar sona erdi, yollar çatladı, umutlar tuzla buz oldu. Yine de bazı şeyler hiç değişmedi. Teflon hayatlar değişmedi mesela; üzerlerine hiçbir şey sinmeyen, hiçbir şeyden lekelenmeyen, hiçbir sorumluluk almayan o hayatlar... Bir yıl geçti ama tek bir kişi dahi istifa etmedi. Kaç bin insan mezar taşı olmadan gitti fakat görevinden kimse gitmedi…
En net haliyle deprem sadece binaları değil, hayata olan tüm inancımızı da yıkarken, bu ülkede hiçbir koltuk sarsılmıyor. Enkaz altından çıkarılan bebekler, sahipsiz bırakılan cenazeler, sahibini bulamayan yardımlar, satılan çadırlar… Her şey bir yaşarken, gidenlerimizin ardından oluyor, fakat kimse mesuliyete ortak olmuyor…
Yenidoğan çetesi skandalı patlak veriyor, hastanelerde bebekler kaçırılıyor, gündemle yer yerinden oynuyor yine ve yeniden kimse istifa etmiyor. Depremde organize olamayanlar, kriz anlarında dağılanlar, sorumluluğu birbirine atanlar yine yerlerinde “cuk” oturuyor. Bu ülkede neden ama neden koltuklar sarsılmıyor, sorumluluk alınmıyor, hesap soruluyor da verilmiyor?
Evet, biz de biliyoruz; dünyanın her yerinde deprem olur. Japonya’da da olur, Şili’de de. Fakat oralarda insanlar ertesi güne mezarsız uyanır mı? Hayır. Japonya’da 9 büyüklüğünde bir deprem olduğunda, sabaha sadece cam kırıkları kalır. Bizde ise 7’nin biraz üzerindeki bir sarsıntı, şehirleri haritadan siler. Fark burada. Fark, alınmayan önlemler, çalınan denetlemeler, kâğıt üstünde var olup sahada kaybolan kurumlar...
Deprem anında yaşanan kaos, afet yönetimi konusunda ne kadar hazırlıksız olduğumuzu bir kez daha gözler önüne serdi. GSM operatörleri çöktü, insanlar enkaz altından sevdiklerine seslerini duyuramadı, yardım çağırmak bir lükse dönüştü. Oysa böylesine büyük bir afet için acil iletişim hatları ve kesintisiz haberleşme altyapıları çoktan oluşturulmuş olmalıydı. O ilk kritik saatlerde kimse ne yapacağını bilmiyordu. Koordinasyon yoktu, yetkililer sahada yoktu, insanlar çaresizlik içinde birbirlerini arıyordu… Orada kimse var mıydı?
Yoktu, olamazdı. Çünkü sorumluluk almak yerine günü kurtarmak çoktan topraklarımızın siyasi geleneği olmuştu…
Dünyada büyük felaketler sonrası sorumlular hesap verir, olması gereken de budur. Meksika’da 1985’teki depremden sonra şehir planlamacıları ve mühendisler yargılandı. 2011 Tōhoku Depremi'nden sonra Japonya’da istifalar oldu. 1999’daki Gölcük Depremi’nde bile bazı koltuklar bırakılmıştı…
Hatırlayalım; Gölcük Depremi yalnızca bir doğal afet değil, aynı zamanda bir yönetim krizinin açıkça ortaya çıktığı bir olaydı. O dönem muhalefette olan Cumhurbaşkanı, iktidarın depreme hazırlıksız yakalanmasını, çarpık kentleşmeyi ve yetersiz müdahaleleri en sert dille eleştirdi. Deprem vergilerinin akıbeti sorgulandı, denetimsiz binaların yıkımı üzerine sorumlular hesap vermek zorunda bırakıldı.
Sonucunda, afet yönetimindeki ihmaller halkın devlete duyduğu güveni derinden sarstı ve 2002 seçimlerinde siyasal dengeleri değiştiren en önemli unsurlardan biri oldu. Ancak bugün, beklerdik ki aynı siyasi ilkeler yeniden ortaya çıksın. Benzer ihmaller yokmuş gibi büyük bir sessizlik hâkim olmasın… Gölcük’ün felaketi iktidar yürüyüşüne zemin hazırlarken bugün başka bir deprem oluyor, benzer hatalar yaşanıyor fakat hesap soran da cevap veren de yok. Biz isterdik ki orada olan burada da olsun.
Tabii ki kimse, “Benim de sorumluluğum var” demedi. Ölülerin yükü yaşayanların sırtına yüklendi. Onlar da ölülerini defnettikten sonra, kendilerine dayatılan bu çaresizlikle yaşamaya devam ettiler. Ama konteynerde, ama çadırda, ama kendilerine verilen konutta…
Depremin en çok vurduğu şehirlerden biri olan Hatay’ın Belediye Başkanı bile koltuğunu bırakmadı. Afet yönetimindeki eksiklikler, hazırlıksızlık ve başarısızlık ortadayken istifa etmesi gereken ilk insandı, etmedi. Üstelik aylar sonra yine aynı şehirden aday olmak için başvurdu. Bu akıl almaz rahatlık, sorumluluk bilincinin muhalefet için de tamamen kaybolduğunu gösteriyordu. Nihayetinde, o kadar tepkiye kulak tıkayanlar sonunda kendi partileri tarafından ihraç edildi, çünkü beceriksizlik artık örtülemez hale gelmişti…
Ancak bu konu yalnızca muhalefetin değil, tüm sistemin sorunudur. Yıkımın ardından dünya yardıma koştu. Ekipler geldi, termal kameralar, eğitimli köpekler, ekipmanlar… Oysa bizde ilk saatlerde sadece suskunluk vardı. “Sesimi duyan var mı?” diye haykıranların sesini, organize olamayan bir beceriksizlik boğdu. İlk günler, yollar kapalıydı, ekipler ulaşamıyordu. Enkaz altından çıkarılabilecek binlerce insan, soğuktan donarak öldü. Yine kimse hesap vermedi, veremedi.
İSİAS davası ise sürecin en acı göstergelerinden biri oldu. Adıyaman 3. Ağır Ceza Mahkemesi, otelin sahibi Ahmet Bozkurt’u “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan 18 yıl 5 ay 7 gün hapis cezasına çarptırdı. Diğer sanıklar da çeşitli hapis cezaları aldı. Ancak bu karar kamu vicdanını rahatlatmadı. Aileler, otelin inşasında ve denetiminde ihmali bulunan kamu görevlilerinin de yargılanmasını istiyor ama yargı süreci eksik ilerliyor. Depremde kaybettikleri çocuklarının, sevdiklerinin hakkını arayan aileler mahkeme salonlarında bekliyor ama adalet geciktikçe yara daha da derinleşiyor.
Deprem sonrası yapılan her şey bir lütuf ya da ihsan değildir, bir devletin asli sorumluluğudur. İnsanların en temel hakkı olan barınma, güvenlik ve adalet sağlanmadığında, enkaz altından yalnızca canlarımız değil, bu milletin geleceği de çıkar.
Bir yıl geçti. Ama enkaz altından çıkarılmış her çocuk, babasının elini tutamadan ölmüş her anne hâlâ aramızda…
Bize düşen, bu çaresizliği iliklerimize kadar hissettirenleri unutmamak. Bize düşen, bir daha bu hikâyenin baştan yazılmasına izin vermemek.
