İstanbul Ansiklopedisi’nin sessizliğinde
İstanbul hakkında yapılan her anlatı, temelde bir tür yas metni. Bu şehir kendini tarihle tanımlamaz, kayıplarıyla konuşur. Her söz, silinmiş bir izlekten doğar. Kimi zaman methiyeye dönüşür, kimi zaman geç kalmış bir ağıta. Netflix’in yeni yapımı İstanbul Ansiklopedisi, işte tam bu iki duygu arasında gidip gelen, estetikle yumuşatılmış ama fazlasıyla temkinli bir anlatım kuruyor. Dizinin başlığında taşıdığı miras, sadece bir isimden ibaret değil. Taşıması gereken yükü omuzlamaktan çok, onun gölgesinde poz veriyor. Çünkü bu yapım, Reşad Ekrem Koçu’nun adını alıyor ama o isme asıl anlamını veren hatırlama biçimine hiç yaklaşmıyor.
Koçu’nun yarım kalan ansiklopedisi, arşivcilikten çok, bir vicdan kaydıydı. Kayıt altına aldığı şeyler belgeler değil, bastırılmış seslerdi. Mahalle söylentileri, meyhane dedikoduları, sokak delileri, unutulmuş mezar taşları… Bunlar herhangi bir disiplinin değil, sokaktan gelen kokuşmuş ama sahici tarihin parçalarıydı. Koçu, İstanbul’u parlatılmış değil, kararmış hâliyle seviyordu. Bugün dizide gördüğümüz ise o karanlığın üzerine çekilmiş steril bir tül. Anlam arayışı değil, anlamın vitrini. Hatırlamak değil, hatırlamanın nasıl görüneceğiyle meşgul bir kurgu.
İki kadın karakterin geçmişlerinden İstanbul’a doğru açılan bir yol anlatılıyor gibi görünse de, izleyiciye bu yolun kırıkları değil, dikkatle parlatılmış taşları sunuluyor. Balat’ın yüzeyi, Yedikule’nin sessizliği, Emek’in hayaleti… Bunların hiçbiri anlatıyı sürüklemiyor, yalnızca görsel doku oluşturuyor. Karakterler ise bu geçmişle kirlenen değil, onu dekor olarak kullanan figürlere dönüşüyor. Travmalar bile temiz, düzenli ve ölçülü. Gerçek hayatta hiçbir yara bu kadar simetrik iyileşmez.
Anlatı, kişisel geçmişler üzerinden toplumsal bir temas kurar gibi yapıyor ama aslında bugünün kültürel hassasiyetlerine uygun, risksiz bir temsil düzeni kuruyor. Bir yanda hayattan sürülmüş, Batılılaşmış, entelektüel kadınlar, öte yanda geleneksel aile yapısının içinde sıkışmış ama sorgulayan muhafazakâr figürler. Dizi bu iki uç figürü seçerek izleyiciye çok sesli bir yapı sunduğunu iddia ediyor. Ancak bu temsil, hem bugünün politik kutuplaşmasını yeniden kuruyor hem de bu kutuplaşmayı yapay bir dengeyle etkisizleştiriyor. Karakterler arasındaki mesafe, gerçek bir çarpışma yaratmıyor. Sanki aynı şehrin farklı sahnelerinde oynuyorlar. Halbuki İstanbul’un geçmişi karşıtlıklarla değil, iç içe geçmişliklerle örülüdür. Koçu’nun metinlerinde Galata’daki meyhaneciyle Vefa’daki vaiz aynı cümlede yer alabiliyordu. Bugünse karşılaşma yok, sadece yan yana getirilmiş yalnızlıklar var. Çatışma gösteriliyor ama gerilim üretilmiyor. Çünkü mesele, çarpışmayı anlatmak değil, onu kontrollü bir estetikle pasifize etmek.
İşte tam da burada esaslı bir kırılma ortaya çıkıyor. İstanbul’un hikâyesi, göze hoş gelen dekorlar arasında kurulmaz; o hikâye, hafriyatla örtülmeye çalışılan sokaklarda, paslı kapı kollarında, yıkılmak üzere olan merdiven diplerinde saklıdır. Koçu’nun farkı buradaydı: Onun İstanbul’u, karşıtlıkların değil, karşılaşmaların şehriydi. Dindar bir hocayla sarhoş bir tulumbacı aynı sayfada yer alabiliyor, çünkü ikisi de bu şehri konuşabiliyordu. Koçu’nun gözü, makbul olanı değil, yaşamış olanı görüyordu. Oysa bugünün anlatısı, temsili düzenliyor ama tanıklığı bastırıyor. Dizinin kurduğu İstanbul, geçmişin canlı tortusunu değil, bugünün dekor ihtiyacını karşılayan steril bir yüzey. Şehir, anlam üreten bir zemin olmaktan çıkmış, karakterlerin ruh hâlini tamamlayan bir arka plan estetiğine indirgenmiş. Hikâye karakterlerin iç dünyasında geçiyor gibi görünse de o iç dünya şehirle temas etmiyor, kirlenmiyor, sarsılmıyor. Çünkü karşılaşmaların riskinden çekiniliyor. İstanbul, fon olmakla yetiniyor. Yaşanmışlık parlatılıyor ama yaşamak yok. Mekânlar konuşmuyor, sadece gösteriliyor. Oysa bu şehir, gösterilmek için değil, içinden geçilmek için vardır. Koçu bunu yapmıştı. Bugünse kamera şehrin üstünde süzülüyor, hiçbir yere konmadan, hiçbir şeye bulaşmadan, sadece izlenebilirlik üretiyor. Gerçek kırılma da burada başlıyor: İstanbul artık bir yer değil, bir gösteri unsuru.
Koçu, dışarıda bırakılmış olanı topluyordu. Unutulanları, dışlananları, adını bile hatırlamayanları. Bugünün dizisinde ise bu geçmiş, içeriğiyle değil, vitrindeki yeriyle anlam kazanıyor. Hikâyeler anlatılmıyor, düzenleniyor. Acılar paylaşılmıyor, sahneye koyuluyor. Estetik, burada bir anlatım tercihi değil, anlatının kendisi. Hatırlamak bir iç hesaplaşma değil, izlenmesi kolay bir gösteriye dönüşüyor. Koçu’nun İstanbul’u düzensizdi ama bu düzensizlikte hakikat vardı. Bugünkü anlatı fazla düzgün, fazla kontrollü, fazla hesaplı. Yaşanmışlık değil, editlenmiş bir izlenim dolaşıyor ekranda.
Bu anlatım, ilk bakışta zararsız görünebilir. Görüntü iyi, kurgu yerli yerinde, oyunculuk sahici. Ama tüm bu teknik başarılar, asıl soruyu görünmez kılıyor. Dizi geçmişi konu almıyor, onu seçiyor. Ve bu seçimde kimlerin sesi bastırılıyor, kimlerin susması bekleniyor, kimlerin bakışı makbul görülüyor? Koçu’nun yaptığı tam da bu soruları gündemde tutmaktı. Bugünse onun adıyla yayınlanan bir yapım, bu soruları daha en başından etkisizleştiriyor.
Anlatılan şey geçmiş değil, geçmişin bugüne uygun versiyonu. Temsil edilenler yaşamış olanlar değil, temsil edilmeye uygun bulunanlar. Ve İstanbul, hâlâ bir karakter değil. Yalnızca bir arka plan. Sanki herkesin içinden geçtiği ama kimsenin içine giremediği bir şehre dönüştürülmüş. Koçu ise bu şehri anlatmıyordu, yaşıyordu. Sokağını, kokusunu, suskunluğunu, dedikodusunu kayıt altına alıyordu. Bugün onun ismiyle dolaşıma sokulan her anlatı, o yüzden yalnızca bir eksik bırakmıyor; bir sadakatsizlik hissi de yaratıyor.
İstanbul Ansiklopedisi iyi çekilmiş bir başlangıç olabilir. Ama iyi görünmek, her zaman iyi anlatmak anlamına gelmiyor. Bu şehirde gerçekten kim konuşuyor? Hangi ses kesiliyor? Koçu bu diziyi izleseydi… Belki hiçbir şey söylemezdi… İstanbul gibi sineye çekmeyi bilirdi…














