Kusurlu temsilin suçunu dine atmak

Din, sadece inananların değil, inanmayanların da hikâyesine sızan bir kavramdır. Onunla kavga edenin de kabullenenin de cümleleri çoğu zaman aynı yerden başlar… “İnançsız bir insan olarak, hayatımı en çok etkileyen şey din oldu” gibi ifadeler son zamanlarda daha sık karşımıza çıkıyor. Sosyal medyada, gündelik hayatta, hemen her ortamda dindarlara ve dine laf sokmadan gününü başlatmayanların sayısı azımsanamayacak kadar fazla. Bunun temelinde, dinin artık neredeyse bütünüyle muhafazakârlıkla, muhafazakârlığın ise iktidarla özdeşleştirilmesi yatıyor.

Duygusal olarak anlaşılır ama düşünsel olarak savruk bir yaklaşım bu. Çünkü bir şeyi hayatınızın merkezine yerleştirmeniz, onunla düşündüğünüzden daha derin bir bağ kurmuş olmanızı gerektirir. Ve eğer bu bağ Tanrı’yla değil de Tanrı adına konuşanlarla kurulmuşsa, yaşanan şey inançsızlık değil, inkârla lekelenmiş bir inançtır.

Türkiye’de sekülerlik, her zaman yalnızca özgürlük arayışından değil, çoğu zaman bastırılmış inanç deneyimlerinin izlerinden de beslenmiştir. Bu topraklarda din, sadece inananlar için değil, inanmayanlar için de yön belirleyici bir karşıtlık noktası olarak varlığını sürdürür. Bu yüzden dine yönelen eleştiriler, çoğu zaman yalnızca metafizik inançla değil, kişisel tarihlerle, sınıfsal geçişlerle, görünürlük arzularıyla ve toplum belleğindeki kırılmalarla da iç içe geçer. İnanç, yalnızca Tanrı’ya bağlılık değil, aynı zamanda kültürel aidiyet, toplumsal köken ve duygusal yüklerle örülmüş bir kimliktir. Bu nedenle dinle verilen mücadelelerin çoğu Tanrı’yla değil, kişinin kendi geçmişiyle, görmezden gelinmiş parçasıyla yapılır.

Dinle hesaplaşan birçok kişi, baskıya değil, dinin hâlâ geçerli ve güçlü bir anlam haritası sunabiliyor olmasına içerliyor aslında. İnananların yalnızca inanması değil, hayatlarını bu inanç üzerine kurabiliyor oluşları huzursuzluk yaratıyor. Çünkü bir şeye karşı çıkarak varlığını sürdüren düşünce, reddettiği şey kadar ona bağımlıdır. Bu nedenle din karşıtı öfke, düşünsel bir duruştan çok, bastırılmış bir bağlılığın gergin dilidir. Sorun, dini ortadan kaldırma arzusu değil, onun anlam kurucu gücünü görmezden gelememektir.

Eleştirinin kendisi düşünsel bir çabadır, fakat bu tür öfke biçimleri, dindarı küçümseyen, onu görmek bile istemeyen bir insan tipini üretir. Dindarlığın baskıcı biçimleri elbette sorgulanmalıdır. Ancak bu sorgulama, seküler bir üstünlük tahayyülüne dönüştüğünde, başka bir tahakküm biçimini doğurur. Din adına baskı kuranlarla inançsızlığı norm haline getirenler, aynı dilin iki ucunu temsil eder. Althusser’in tarif ettiği gibi bu da bir ideolojik aygıttır. Sorsanız özgürlük adına konuşurlar ama bir dogmanın yerine bir diğerini kurarlar. İnançsızlığı bir ayrıcalık gibi sunan her söylem, kendi küçük iktidarını inşa eder.

Tüm bunların ortasında daha derin bir çarpıtma başlar. Ki zaten günümüz deist ve dinsizlerinin bu öfke dilini bu kadar büyütmelerinde başat neden de budur: dinin iktidarla özdeşleştirilmesi.

İktidarın din adına konuşması, çoğu zaman dinin ruhunu değil, yalnızca söylemini temsil eder. Yönetim, dine meşruiyet devşirmek istediğinde, onu bir yönetme tekniğine, bir sadakat aracına indirger. Oysa din, siyasal kudretin yedeğine düşürüldüğü anda asli işlevini, yani insanın varoluşsal arayışına eşlik etme kudretini yitirir. Bu nedenle iktidarın dine yaslanarak kurduğu her ilişki, dinin kendisiyle değil, onun araçsallaştırılmış bir temsiliyle ilgilidir. Bu temsilin kusurlarını Tanrı’ya, bu kusurların sonuçlarını dine yüklemek, failin yerine fikri yargılamaktır. Böyle bir tutum, eleştiri değil, eleştirinin karartılmasıdır. Çünkü dine yöneltilen öfke, eğer yönünü doğru tayin etmezse, iktidarın diline teslim edilmiş bir din anlayışını değil, dinin bizzat kendisini hedef alarak hem düşünsel hem ahlaki bir sapma üretir.

Bu öfke biçeminde dinle ilgili her eleştirinin Tanrı’ya değil, Tanrı adına konuşanlara yönelmesi gerekirken, hedef doğrudan Tanrı olur. Oysa dindarlık bir yönetme biçimi değil, bir inanma biçimidir. Yönetim, dindar insanların ahlakına sirayet etmesi gereken bir olgudur. Ne var ki bu farkı bildiği hâlde yok sayan bir söylem gelişiyor. Bu dil, teolojik sorgulamadan çok politik bir hıncın mahsulü. Din, devletle kol kola girdiğinde ve muktedirin gücünü yasladığı bir araç hâline geldiğinde eleştirilmesi gereken şey siyasal aygıttır, dinin kendisi değil.

Tanrı adına konuşanları hedef almak gerekirken, Tanrı’nın kendisini hedef almak, entelektüel düzeyde zaaf, siyasal düzeyde körlük üretir. Çünkü bir simgeye yöneltilmiş öfke, o simgeyi var eden düzeni görünmez kılar. Sorgulamanın yerini törensel taşlama alır. Bu, hakikati kavramaya değil, ona mesafe koyup saldırmaya dönüşür.

Din, toplumsal bir hakikate değil siyasal bir hedefe dönüştürüldüğünde bozulur. Ve biz, bu bozulmuş hâli Tanrı’ya ya da inananlara değil, iktidara yöneltemediğimiz her durumda yeniden üretiriz. Dine duyulan öfke düzeni değiştirmez, yalnızca yerine başka bir kutsal koyar. Bu da düşünceyi değil, egemenliği yeniden üretir. Yeni kutsalların diliyle hesaplaşma dili birbirine karıştığında, geriye yalnızca üstünlük yarışları kalır.

Unutulan şey şu: Gerçek bir inanç, özgürlüğün ve sorgulamanın olmadığı yerde filizlenmez. Din, ifade kudretinin olduğu yerde derinlik kazanır. Aklın ve vicdanın işlemediği bir ortamda doğan şey, inanç değil itaattir. Din, buyurganlıkla değil, anlam ve hak arayışıyla, adaletle kesiştiğinde insani bir çaba hâline gelir. Dayatıldığında çürür, sorgulandığında dirilir. Onu hayatta tutan şey itaat değil açıklıktır, korkusuzluktur. Kural değil yönelim, zorunluluk değil çağrıdır.

Sorgulayan insan, sahici olanı bulur. Yeter ki inanç, itaati değil ahlaki özgürlüğü amaç edinsin. Zorla giydirilen her inanç –ister kutsal ister seküler biçimde sunulsun– sonunda kendi inkârını doğurur. Fakat düşüncenin serbest olduğu bir yerde din, bir ceza hukuku değil, bir anlam çağrısı olarak yeniden doğabilir.

Ve belki en çok da bu yüzden bugün dinin düşmana değil, düşünene ihtiyacı var. Onu gerçekten düşünenin bulacağı şey ise başka bir tahakküm değil, belki yalnızca güzelliktir. En azından benim için öyle.

YORUMLAR (56)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
56 Yorum