Maharetimiz ve zaafımız haline gelen kusur avcılığı
Toplumsal kimliğimizin bir parçası haline gelen bir meziyetimiz var: Kusur avcılığı...
Hakikatin peşinden gitmek, adaletin ve ahlakın tesisine omuz vermek elbette ki önemlidir. Ancak bizdeki hal, adalet terazisini dengede tutan bir vicdan muhasebesinden ziyade, mikroskop altında leke arayan bir tecessüs meraklısının titizliğine benziyor. Lakin fark şudur: Biz, bulduğumuz kusurları infaz etmek için toplanan bir mahkemenin hükmünü veriyoruz...
Son dönemde yaşanan Kübra Par hadisesi bunun en canlı misali... Haber sunarken yaptığı bir hareket -istemli ya da istemsiz- toplumun nefret algılarını açtı. Özür dilemesine rağmen öfke seli yatışmadı, bilakis daha da kabardı. Linç seansları, mahkemeler, soruşturmalar, etik kurullar devreye girdi. Kendisinin duyduğu mahcubiyet yetmedi, hatasını kabullenip geri adım atması da kâfi gelmedi. O hareketin altını kazıdılar, karakterini didik didik ettiler, kariyerini zan altında bıraktılar. Tüm bunlar, toplumsal kodlarımızın nasıl da bir kusur arama refleksiyle örüldüğünü gösteriyor.
Oysaki biz bu yolu yeni yürümüyoruz. “İtibar suikastı” dedikleri bu yeni model infaz yöntemi hem siyasetin hem gündelik hayatın en popüler silahlarından biri oldu. Hâlbuki ilahi kelam, “Birbirinizin kusurlarını araştırmayın” buyururken biz ise her olayda, her hatada, her söylemde bir çapanoğlu arayarak yaşamayı tarz-ı hayat haline getirmişiz
Hatırlayın, yanlış kelime kullanan bir siyasetçi haftalarca alay konusu oldu. Bir akademisyenin harf yanlışı, bir sporcunun şakayla yaptığı bir hareket, bir sanatçının söylediği talihsiz bir söz, attan düşen siyasetçi, merdivene tersten giren başka bir siyasetçi... Tüm bunlar, nefret eden tarafın ellerinde itibar suikastının hançeri oldu.
Ve en dehşet verici olanı: Sosyal medya… Dedikodular eskiden masumdu azizim, şimdiyse dijital megafonlarla milyonlara ulaşan linç fırtınalarına dönüştü. Artık kim daha sert eleştirirse, kim en keskin kelimeleri kullanırsa o muteber sayılıyor.
Lakin benim düşüncelerimi daha çok kurcalayan bir ironi var: Kusur avcılığının cülusuna ermiş toplum, sosyolojik ve psikolojik yıkıma sebep olan meselelerde neden sus pus kesiliyor acaba? Sabah kuşağı programlarında, tartışma ekranlarında ahlaki erozyonun en kötü nüshaları sergilenirken, kimse “Ne oluyor?” diye sormuyor. RTÜK bazen cezalar kesiyor ama bu en büyük reaksiyonlar, hep küçücük hatalara odaklanıyor. Oysa toplumun ruhunu kemiren, gece yarısı ekranlarda akan vahşet sahneleri, tartışma programlarında kadınların aşağılanması, insanların birbirlerini aşağılaması, ahlaki, dini değerlerin pespaye edilmesi...
Bunun adı ne derseniz? Turpun büyüğü heybede!
Adayı CHP Değil, Kamuoyu Belirlemeli
2028 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru giderken muhalefet cenahında en büyük sorun, CHP’nin kiminle yola çıkacağı meselesi... Mansur Yavaş mı, Ekrem İmamoğlu mu?
Parti, kararını istişareler sonucu alacağını söylese de gerçek belirleyici olan şu: Adayı ne CHP ne de parti içindeki dengeler belirlemeli. Adayı belirleyecek olan, halkın bizatihi kendisidir.
Yerel seçimlerde kazandıkları siyasi ağırlık Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu CHP için doğru bir tercih haline getirse de asıl mesele, kimin seçmen kitlesini en geniş anlamda kucaklayabileceği sorusudur. Zira Kürt seçmenin tercihi, nihai belirleyici olacaktır. İmamoğlu, bu kesimle daha sıcak ilişkiler kurarken, Yavaş’ın milliyetçi dürtüsü ona belli bir mesafe koyuyor.
Muhalefet eğer kazanmak istiyorsa, parti içi dengeleri ve kimlik siyasetini bir kenara koyup, geniş kamuoyunun taleplerine odaklanmalı. 2023 seçimleri bize bir ders verdi: Seçimi parti hesaplarıyla değil, halkın ruhunu okuyarak kazanırsınız.
Ve en nihayetinde, çapanoğlu aramak değil, gerçekleri görmek gerek.
