Nobel nerede, biz neredeyiz?
Bazı uluslar neden diğer uluslara nazaran daha güçlü bir ekonomik büyüme yaşar? Bu soru bu alanın yani iktisadın doğuşundan beri ekonomistlerin, Adam Smith'in, ünlü temel eseri “Milletlerin Zenginliği” (An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations) ile akıllarını kurcalayan bir sorudur.
Adam Smith kitapta, toplumların belirli bir refah seviyesine ulaşabilmesi için yapılması gereken hamlelerden ‘temalar’ halinde bahseder. Bu temalardan üçüncü tema, bir ülkenin gelecekteki gelirinin andaki sermaye birikimine bağlı olmasıdır. Daha yetkin ve başarılı üretim süreçlerine ne kadar çok yatırım yapılırsa, gelecekte o kadar çok servet yaratılacaktır. Ancak toplum sermayesini oluşturmaya başladığı andan itibaren sermayenin, hırsızlığa karşı güvende olacağından emin olunmalıdır. Kısacası refah seviyesine ulaşan ülkeler, sermayelerini büyüten, iyi yöneten ve koruyan ülkelerdir.
Smith kitapta sonraki temaya geçerek devam eder. 4. tema kurulacak bu sistemin ‘otomatik’ olmasıdır. Üretim kıt olduğunda insanlar, üretilen az sayıdaki ürün için daha fazla ödeme yapmaya hazırdır; onları tedarik etmekte daha fazla kar vardır, bu yüzden üreticiler onları üretmek için daha fazla sermaye yatırır. Bir bolluk olduğunda ise fiyat ve kar oranı düşüktür, üretici sermaye ve girişimini başka bir yatırım alanına kaydırır. Böylece endüstri, merkezi bir yönetime ihtiyaç duymadan, ülkenin varsıl ihtiyaçlarına odaklanmaya devam eder.
Ancak sistem, yalnızca serbest ticaret ve rekabet olduğunda otomatiktir. Hükümetler kayırılan üreticilere sübvansiyon veya tekelcilik sağladığında veya onları gümrük duvarlarının arkasına sakladığında daha yüksek fiyatlar talep edebilir. Yoksullar bu durumdan en fazla hasar alan gruptadır. Edinmek zorunda oldukları temel ihtiyaçlar için daha yüksek maliyetlerle karşı karşıya gelmiş vaziyettedir. Tanıdık geliyor…
Yazının girizgahına Adam Smith’le başlama nedenim epey bir zaman önce dinlediğim Daron Acemoğlu röportajında kendisine atıf yapmış olmasıdır. Türkiye’deki var olan “kurumsallık” sorunu için Adam Smith’e atıfla açıklamalar yapan Acemoğlu, fikirlerinin modern zamanlarla olan ilişkisine dair yorumlar yapar.
Bu görüşlere göre Smith’in açtığı yoldan refah düzeyine ulaşan toplumlar devlet kontrolünün organik olarak azaldığı toplumlardı. Ki zaten kendi kitabında yer verdiği iki önemli temel nokta da kurumsallaşma üzerineydi. “Kurumların önemi” ve en az bu kadar önemli olan “doğru reformlar, doğru kurumsal dinamikler”.
Ancak bu refah düzeyine ulaşmak isteyen toplumların, değişimi kendilerinin istemesi gerekliliğine de vurgu yapıyordu Acemoğlu. Çünkü yöneticiler bu duruma tabi olmayacaklardı.
“Eğer ben padişahsam neden padişahlığı değiştirmek isteyeyim” Ben devletin gücünden yararlanan bir insansam o gücü neden azaltmak isteyeyim?
Eğer liberalizmin değerleri gelişmezse; doğru reformlar elitlerin istemesiyle değil tabandan gelen taleplerle, baskılarla gerçekleşir. Türkiye’de tam tersi oldu şu ana kadar. Bu şekilde de olmaya devam edecek…”
Aslında değinmek istediğim konu şudur; Acemoğlu her ne kadar Nobel ödülünü almasıyla birlikte gündemimize oturduysa da Türkiye siyaseti için söylemiş olduğu gerçekler ve çözüm önerileri çok daha önceden gündemimiz olmalı ve harekete geçilmeliydi.
Oysa en başından beri serbest piyasa, liberteryen ekonomi, veyahut refah için yapılması gereken hamleler saikiyle söylemiş olduğu her şey, Türkiye tipi bir yönetime uyumlanmaz değerler gibi lanse edildi. Ki gerek kitaplarında gerek çalışmalarında bu şekilde olmadığını ispatlayan yığınla argüman vardı.
Sağlıksız demokrasilerde oy alma, toplama sürecinin genel politikalarla değil clientalistic (himayeci) politikalarla yürütüldüğünü 3 ülke üzerinden şöyle anlatıyordu Acemoğlu; Siyasetçinin bir köye gittiği zaman “ben doğru politikaları olan partiden geliyorum” değil, “ben size tüketeceğiniz şeyler vereceğim, kömür vereceğim. Bana oy vermezseniz, ben sizi devletin imkânlarından mahrum bırakacağım” diyerek oy topladığı, ikincisi, politikaların vatandaşa yönelik değil büyük şirketlerle yapılan anlaşmalarla ortaya çıkarıldığı, üçüncüsü siyasetçilerin seçildikten sonra 4 sene padişah gibi ülkeyi yönettiği ülkeler olarak… Ve anlatılan tüm belirlemelerin kendisinde bulunduğu ülke olarak da Türkiye örneğini veriyordu.
Gelinen noktada 1700’ler İskoçya’sında bir bilim insanının belirlediği kuramlardan, Acemoğlu’na kadar çok da ders almadığımız “refah toplumlarının oluşma süreci konu” tüm uyarılara rağmen bizi epey bir teğet geçti. Acemoğlu hiç beklemediği bir ödülü, Nobel’i aldı ve makalelerinin aldığı sayısız atıfla bugün dünyanın en önemli bilim insanlarından birisi olduğu tescillendi.
Kendisine, fikirlerine, yapacaklarına veyahut açacağı yola ekmek gibi su gibi ihtiyacımız varken... Bu insanlara haset ederek, “bizden değil” diyerek yok sayarak davranmak vaka-i adiye oldu ve çok sakil duruyor gerçekten.
Kendisi doğup büyüdüğü topraklara gelse ve bizleri bulunduğumuz şu ekonomik gayya kuyusundan çıkarsa ne güzel olur. Keşke arzular değil, bilim ve gerçekler konuşsa…
Ödülü kutlu olsun.