Olive Kitteridge ya da karanlığına çeken insanlar

Elizabeth Strout’un Olive Kitteridge’i Pulitzer ödülü almasıyla birlikte adından oldukça söz ettiren bir kitaptı. Beklenenden fazla ilgi bulmuş kitabı okuyamasam da kitaptan uyarlanan mini diziyi izlemek istedim.

Lisa Cholodenko’nun yönettiği Olive Kitteridge, hak ettiğinden daha nazik bir kocayla (Richard Jenkins) yaşayan huysuz, düşüncesiz bir matematik öğretmeninin etrafında dönen bir hikâye. Elbette kalbi kırık oğulları da hikâyenin temel taşlarından bir karakter.

Frances McDormand zaten hayranı olduğum bir aktris. Nomadland’le kaldırdığı Oscar bir yana oyunculuğunda tarif edilemez bir güç ve özgüven var. Bu anlamda diziye başlamadan önce yine öyle sert, kendine has ve duvarları oldukça kalın bir kahramanla karşılaşacağımı tahmin ediyordum; öyle de oldu.

Dizide hikâyelerin tümü tek bir karakter etrafında şekilleniyordu; emekli öğretmen Olive Kitteridge. Küçük kasabası Crosby’de genel olarak dünyada yaşanan değişiklikler için üzüntü duyan ancak etrafındaki değişiklikleri her zaman fark etmeyen, yakın dairesine mesafeli olan bir kadın Olive Kitteridge.

Kitteridge’in öyküsü için “çok iyi örülmüş bir örgü” ifadesini kullanmak isterim. Senaryo herhangi bir noktada derinlemesine inceleyebileceğimiz hikayelerden oluşan bir koleksiyon değil, daha büyük bir anlatı yaratmak için küçük ayrıntılardan oluşturulmuş bir tüme varım gibi. Tüm bağımsız hikayeler büyük ve tam bir öyküyü oluşturuyor. Bu zor başarılabilecek bir bütünlük.

Aslında Olive Kitteridge hakkında yazma nedenim, izlediğim diğer yapımlardan farklı olarak başka bir boyutu anlatması. Özellikle akıl hastalıklarının aile içerisinde nasıl aktarıldığı konusunda ekranlarda gördüğüm klinik depresyona dair en iyi araştırmalardan birisi olması.

Patolojik karakterlerin kendilerine de nefes aldırmayan çıkmazları kadar etrafındaki insanların hayatlarına olan etkisi daha iyi anlatılamazdı. Olive hakkında izledikçe daha nötr bir duyguya kapılsak da içerisindeki hezeyanlarla birlikte mutlu insanın da ruhunu nasıl kendi seviyesine çekiyor olduğuna şahit olmak ayrı bir boyut.

Bu tür insanlar malum ki hayatımızın her anında karşılaştığımız insan prototipleri. Yakınında bulunanları da kendi kara deliğine ağır ağır çeken, hayatın hep karanlık tarafına odaklı, o gidişleri huzur veren insan tipolojisi.

Aslında diziyi izledikçe Olive’in veyahut hayatımızdaki bu tür insanların bu duygu durumları için haklı gerekçeleri var. Bu kısmı yani Olive’i o hale getiren o toksik ebeveyn ilişkisini kendi çocuğuna da yansıtması, silsile halinde bu akışın devam etmesi. Hayatın büyük bir trajedisi bu. Diziyi izledikçe Olive’in zulmünün kendi depresyonu için bir hayatta kalma tekniği olduğunu ağır ağır anlıyor insan.

İyi bir drama karakteri çok boyutlu ve devingen bir ruh haline sahip olmalıdır. Dizide McDormand bir karakterin değişimi reddetmesinin de bir karakterin başka bir karaktere doğru değişebilmesi derecesinde zorlayıcı olabileceğini kanıtlıyor ve bu inatçılığa son derece ince bir üslupla işaret ediyor. Bence bu stabil hali daha devingen oynayacak bir aktris de yok şu an. Öyle söylemeliyim.

Mükemmel bir dizi sadece kendi deneyimlerimizi yansıtmamalı. Bizi bağ kuramadığımız insanları anlamaya itmeli. Olive Kitteridge’in bize acı verici, dağınık ayrıntılarla gösterdiği ruhu, patavatsızlık ve açık sözlülük arasındaki ince çizgide kaybolan söylemleri çoğu zaman aslını kapatacağı bir maske görevi görüyor. Arkasında tüm hayatımızı renklendiren üzüntü ve acıyı, korku ve çaresizliği saklayabileceğimiz bir maske…

Uzun bir hayata dair bu dört saatlik dizinin bize verdiği arka plandan, Olive’in genç yaştan beri en kötüyü beklediği, en kötüye odaklandığı ve bu tarzıyla tüm kötülükleri hayatına davet ettiği açık. Sorunlu bir baba, sorunlu bir annenin elinde yetiştiğini gördükçe, her akşam kendi çocuğuna da hayatı neden zehrettiğini anlıyor ve gitgide kızmamaya başlıyorsunuz. Hatta bir süre sonra hak vermeye… İşte hikâyenin sırrı da burada. Arka planda dönen sırlarda, hayatımız gibi…

Bu şekilde Olive Kitteridge, belirli bir zihinsel mizacın, ruh durumunun büyük ölçüde genetik miras yoluyla, aynı zamanda yansıtma yoluyla, ebeveynlerin acılarını ve öfkelerini çocuklarına aktararak nesiller boyunca nasıl bir silsile kurulabildiğine dair empatik, hüzünlü bir bakış.

Hayatındaki insanların ürünü olanlar yalnızca Kitteridge’lar değil. Dizide o soğuk ve gri kasabada yaşayan herkesin derin yaraları, başa çıkmaya kalkıştığı miras gerçeklikleri var. Buna rağmen Olive etrafındaki hayatları da kendisine benzetse de özenle baktığı çiçekleri kasabanın en güzel çiçekleri…
Dizi düşünceli bakışlarını onlarca yıl boyunca kayıp giden bu hasarlı insanlara yöneltiyor ve biz de hikâye bittiğinde omuzlarımızı silkerek yorgun bir iç çekiyoruz…

Oldukça acımasız olduğuna kesinlikle hükmettiğimiz anların ardından McDormand’ın Emmy ödülüne layık performansı sayesinde Olive’in aynı zamanda gerçek bir şefkat yeteneğine de sahip olduğunu fark etmeden hissediyoruz.

McDormand dizinin kendisine kazandırdığı ilk Emmy ödülünü havaya kaldırırken dizinin heyulasını da müthiş bir cümleyle özet geçmişti.

“Hepimiz anlatılması gereken hikayelerin gücü nedeniyle buradayız. Bazen bu yeterlidir.”

screenshot-2-001.jpg

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum