Ruhunu avucuna alan ve yürüyen Fatma Hasune…

“Sinema, saniyede yirmi dört kez gerçeği söyleme sanatıdır” diyordu Jean-Luc Godard… Bu sebeple sinemanın görevi -hiçbir zaman- yalnızca anlatmak olmadı. Bir dönemi kayda almak, bastırılanı göstermek, sesi kısılanın sesini çoğaltmak sinemanın asli işiydi… Birçok yönetmen bu uğurda film çekti ve hayata dokundu… Birçoğu da sustu ve geride kaldı.

Cannes Film Festivali gibi gösterişli vitrinler bu paradoksun tam ortasında duran bir pozisyon aldı her zaman: Hem cesur göründüler hem hiçbir şeyi tehdit etmemeye dikkat ettiler. Dünya yanarken içeriye sızan sadece “stil” olur. O yangının kokusu, protokolü geçmez, geçemez.

Bu yıl Cannes’da jüri başkanı olan Juliette Binoche, sahneye adeta kristal bir hüzünle süzüldü. Zarafetiyle salonu dolduran, gözyaşlarıyla dekoru tamamlayan o beyaz siluet, kırmızı halının üstüne inmiş bir sinema perisini andırıyordu.

“Fatma Hasune bu akşam bizimle olmalıydı,” dedi. Sözleri kısaydı fakat sahnenin duygusu dikkatle kurgulanmıştı. Fatma Hasune tabii sizinle olmalıydı, daha 25 yaşında bir Filistinli gazeteciydi. Gazze’de, yıkıntıların ortasında çektiği film “Put Your Soul on Your Hand and Walk” Cannes’ın ana yarışmasında değil, belki de daha kıymetli bir yerinde, ACID seçkisinde gösterilecekti.

ACID (Association du Cinéma Indépendant pour sa Diffusion) Cannes’ın kalabalık kırmızı halısından uzakta, düşük bütçeli fakat yüksek vicdana sahip filmlerin gösterildiği bağımsız bir seçki. Sinemanın endüstriyel tarafını değil, insani olan yönünü desteklemesiyle meşhur ve göz kamaştıran star sisteminin dışında, sesi bastırılanların kameralarına kulak verir. Ve Fatma, tam da bu sinemanın ruhuna sahipti: Eline kamerasını almış, yerle bir edilen bir coğrafyanın içinden yürüyerek çıkmaya çalışıyordu. Filmin adı boşuna değildi: Ruhunu avucuna al ve yürü…

Fatma yürüyemedi. Festivalin kendisine bir gösterim alanı sunduğunu öğrendikten yalnızca bir gün sonra, katil İsrail bombardımanında hayatını kaybetti. Gazze’nin Tuffah Mahallesi’nde, hamile kız kardeşi ve ailesinden 10 kişiyle birlikte... Geriye sesi kaldı. Yarım kalan bir film. Yarım kalan bir hayat. Ve tek karede donmuş bir bakış: hâlâ hayatta olabileceğine inandıran.… Ruhunu avucuna alarak sonsuzluğa yürüdü.

Binoche’un sesi titredi evet. Kimin titremezdi ki… Binoche’un gözyaşlarını yalnızca bir sanatçının değil, aynı zamanda bir annenin yasının dışavurumu olarak okumak da mümkün. Çünkü Hasune, Binoche’un kendi kızı Hana ile yaşıttı. Aynı yıl doğmuş, aynı yaşta başka iki kadın. Biri Avrupa’da bir film galasında annesinin gurur dolu bakışlarına sahne olurken diğeri, kamerasıyla Gazze’nin enkazlarını belgelemeye çalışırken öldürüldü. Binoche sahnede “Fatma bu akşam bizimle olmalıydı” derken, belki de kendi kızının bakışlarını düşündü. Fakat işte sanat önüne serilmiş bir kırmızı halı değil de kontrol imparatorluğu varsa failin adını fısıldamayı ihmal eder. Yas kişisel olur, politik olan suskun kalır.

Bu müzmin nevazil ağlamanın ardından haliyle salonda bir sessizlik oldu. Bu saygıdan çok eksiklikten doğan bir sessizlikti. Zira Fatma’nın ölümüne neden olan o katillerin adı söylenmedi. İsrail’in adı geçmedi. Katilsiz bir cinayetin yası tutuldu anlayacağınız. Gözyaşı vardı, öfke yoktu. Öfke varsa da hedefsizdi... Zaten Cannes’ın kendine özgü protesto rejiminde her şey olabilir yeter ki sistemin adını vermeyin. Yeter ki alkışlarla geçiştirilebilir olun.

Edward Said’in yıllar önce yazdığı gibi: “Filistinli, ancak mağdur olduğu sürece meşrudur. Direndiği anda temsil edilme hakkını kaybeder.” Cannes bu yıl bir kez daha Filistin’e ağladı der dururlar artık. Dostlar alışverişte görsün. Temsilin dili, yine ve yine mağduriyetle sınırlı, hatları belirlenmiş.

Boynunda Cartier kolyeler, elindeki mendile rimelini siliverdi izleyenler. Zira kameralar çekimde, estetikle donatılmış her yas, politik yükünü bırakmış bir ağıt gibidir. Hiçbir şey değişmesin diye her şeyin duygusal görünmesine izin verilir. Milyon liralık elbiselerin içinden açlıktan ölen çocuklara ağlamak gibidir bu. Öyle böyle bir imaj değildir. İmaj da imaj…

Açıkcası bıktık bu pastane vitrini gösterilerden. Eskiden bir heyecanlanırdık film festivali dedin mi. Cate Blanchett’in Filistin bayrağını elbisesinin iç astarına işlemesi, bir önceki yıl kırmızı halıda kefiye taşıyan oyuncular, her yıl yinelenen o suskun semboller... Artık biliyoruz ki hepsi bir çeşit vicdan dekoru. Protesto, sisteme zararsız, süper. Cannes var ya bağrına basar o protestoları… Neden? Çünkü bağırmıyor. Sessiz, risksiz, politik, fakat asla politikaya müdahale etmeyen...

Filistin anlayacağınız dünyanın her yerinde, her zaman yalnızca hissetmekle sınırlı varlık alanına hapsedilmiş bir abluka….

Ken Loach’un yıllardır törensel alanların dışında bırakılması, Elia Suleiman’ın her daim “konuk sanatçı” statüsünde tutulması, Abbas Kiarostami’nin İran’daki baskılara karşı jüri üyeliğinden çekilmesi… Tüm bunlar sinemanın politik kudretini değil, sistemin hangi kudrete tahammül ettiğini gösteren hamlelerdi görememişiz.

Zaten artık sanat da kendi halinde sınırları belirlenmiş bir öfke alanına dönüşüyor. Al gülüm ver gülüm güzel filmler. Bu filmlerde yara gösterilebilir, kan anlatılabilir, acı estetize edilebilir. Failin adı geçmediği sürece bütün bu gösteri, dayanılabilir sınırlar içinde tutulur. İşte tam bu eşikte yaşamına devam eden bir festival artık Cannes; ahlaki olarak duyarlı, politik olarak işbirlikçi…

Oysa sinemanın asıl gücü, hatırlatma kudretindedir.
Fakat failin adı telaffuz edilmedikçe hiçbir yas gerçek değildir, sadece estetikle örtülmüş bir unutma provasıdır.
Dünyayı anlatmak kolaydır, değiştirmek cesaret ister. Filistin, bu festivallerde hep anlatılır fakat hiçbir zaman taraf olunmaz. Taraf olmak, konforu bozar. Ve Cannes, konforun en zarif takdimidir.

Peki bu yalnızca Batı'nın ayıbı mı? Değil. Bizim de parmaklarımız taşın altında. Müslüman ülkeler Filistin’i yıllardır bir retorik aracı olarak kullanıyor. Trump’la imzalanan milyar dolarlık enerji anlaşmalarından, Eurovision’da İsrail’e tam puan verenlere kadar herkes kendi çıkarı oranında Filistin’i susturuyor. Gazze’ye jet yakıtı gönderen ülkeler aynı sahnelerde “Kudüs kırmızı çizgimizdir” diye bağırabiliyorsa, bu yalnızlığın hepimiz ortağıyız, kusura bakılmasın.

Bu sanat falan değil. Dünyaya adaleti ve güzelliği taşıma amacı gütmeyen hiçbir form sanat olamaz.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
İÇERİK VE ONAY KURALLARI: KARAR Gazetesi yorum sütunları ifade hürriyetinin kullanımı için vardır. Sayfalarımız, temel insan haklarına, hukuka, inanca ve farklı fikirlere saygı temelinde ve demokratik değerler çerçevesinde yazılan yorumlara açıktır. Yorumların içerik ve imla kalitesi gazete kadar okurların da sorumluluğundadır. Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır. Özensizce belirlenmiş kullanıcı adlarıyla gönderilen veya haber ve yazının bağlamının dışında yazılan yorumlar da içeriğine bakılmaksızın onaylanmamaktadır.
6 Yorum