Unutulmamak mı, iyi hatırlanmak mı?
Zaman, hafızanın en büyük düşmanı ve hatıraların en acımasız celladıdır. Bir an, bir yüz, bir ses, unutulmaz sandıklarımızın arasından kayıp giderken; hatırlamak, unutmaya direnmektir. Ve vefa, bazen sadece bir isim zikredildiğinde içimize oturan ağırlıkla ölçülür. İnsan, unutmanın ağırlığını sırtında taşır ama bazı anlar, bazı yüzler bir film karesi gibi belleğimize kazınır.
Sinemada hafızanın ve unutmanın gücünü en iyi anlatan yönetmenlerden biri Theo Angelopoulos’tur. “Sonsuzluk ve Bir Gün” de, geçmişle yüzleşen bir adamın zamanın akışına karşı verdiği sessiz mücadeleyi izleriz. Filmde anlatılan sadece hatıralar değildir, hatıraların zamansız ve mekânsız bir boşluk içinde donduruluşu da vardır. Filme eşsiz müziklerini hediye eden Karaindrou’nun ezgileri de bu zamansız atmosferin ruhunu taşır; notalar geçmişin yankısını sürükler, izleyeni unutmaya karşı koymaya, hafızayı bir çeyiz sandığı gibi baş köşede saklamaya, gerektiğinde içerisine açıp bakmaya ve her hatırlayışın verdiği o sızıyla yüzleşmeye davet eder.
“Ulis’in Bakışı” filminde de unutmanın ve tarihin tüm büyüklüğüne, şaşaasına rağmen gün gelip de silinecek olmasına gerçekçi bir sahneyle tanıklık ederiz. Nehirde sürüklenen Lenin heykeli, bir devrin sona erdiğini, ideolojilerin de tıpkı insanlar gibi bir gün unutulmaya yüz tuttuğunu tarihte en iyi anlatan sahnedir.
Bu sahne suyun hafızasında taşınan hatıraları gözlerimizin önüne getirir. Lenin’in devasa heykelinin akıntıyla sürüklenmesi, yalnızca bir siyasi figürün değil, bir ideolojinin, kapanan bir çağın, o koca saltanatın artık sadece kolektif hafızada yitip gidecek olmasının metaforudur.
Angelopoulos burada yalnızca bir tarihsel değişimi anlatmaz, aynı zamanda bireysel ve toplumsal hafızanın da ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Suyun akışı, zamana karşı direnen hatıraların bir gün sönümleneceğini, ancak yine de bir şekilde iz bırakacağını fısıldar. Su hep akacaktır, heykelin sahibi ise fanidir ve yok olacaktır…
Hayat bu ki aynı sahne yıllar sonra bir film sekansında değil de başka coğrafyalarda, en gerçek ve yalın haliyle, başka diktatörlerin devrilişiyle tekrar eder. Suriye’de Hafız Esed’in heykeli, halkın öfkesi ve sevinciyle karışık bir halde yerlerde sürüklendiğinde, bu yalnızca devasa bir kütlenin düşüşü değil, Baas’ın, babadan oğula devam eden zalim hilafetin, bir rejimin çöküşünün de simgesiydi. Bağdat’ta yere yığılan Saddam Hüseyin heykelinin de boyu posu böyle devrilmişti. Yani tarihin şaşmaz ironisi şudur: Hatırlanmak, unutulmamak için dikilen heykeller, halkın yine unutmamak için devirdiği anıtlar haline gelir. Zira hatıralar, zorla dayatıldığında değil, adaletle yaşatıldığında kalıcıdır. Bu hep böyle olmuştur.
Peki bir insanı, bir lideri, ne zaman gerçekten kaybederiz? Onu hatırlamaktan vazgeçtiğimizde mi? Hafıza yalnızca geçmişi saklayan bir depo mudur, yoksa unutmayı reddeden bir direniş alanı mı?
Canım Bilge Karasu’nun "Gece" romanı, tam da bu sorulara yanıt arayan bir metindir. Onun dünyasında zaman düz bir çizgi değildir; geçmiş ve şimdi iç içe geçer, bellek bir mücadele alanına dönüşür. Kaybolan insanları yalnızca fiziksel olarak değil, hatıralarımızdan da çıkardığımızda gerçekten kaybetmiş oluruz. Karasu’nun anlatılarında unutmak, ihanetin en keskin biçimidir. Unutulan, bellekten silinen her şey, aslında yitip gitmiş değildir; yalnızca bir gölgeye dönüşür ve hatırlanmayı bekler.
Hatırlamak dediğimiz bazen ağır bir yük bazen bir sorumluluktur. Platon’a göre hatırlamak, ruhun ölümsüz olduğunun kanıtı olsa da Nietzsche için hatıraların hemen hepsi birer prangadır.
Ya da insan, unuttukça hafifler mi, yoksa hatırladıkça mı güçlenir? Bence, bazı anılar ve bazı isimler vardır ki, onları unutmak yerine yanımızda taşımamız gerekir. Dün vefat haberini aldığım bir insanı ömrümde 3 gün gördüm fakat bende, 30 yıl birlikte yaşadıklarımdan daha derin izler bıraktığını fark ettim. Uzun zaman da bu duyguyu ve o insanı unutacağımı sanmıyorum. İşte insan ancak hatırlanıyorsa gerçekten yaşamaya devam ediyor. Ki zaten bu kimselerin öldüğüne pek ihtimal vermiyorum. En azından kendi alemimde…
Bunca hatırlanmak veyahut iyi hatırlanmak, unutulmamak, geçip gitmemek metaforu üzerine aklıma gelen ayet de şu oluyor. “Şimdi görüyor musun onlardan bir geriye kalan?” (Meryem, 98).
Tarih, kimleri nasıl hatırlayacağına kendi kurallarıyla karar veriyor. Zorla kazınan isimler, belleğin en kırılgan yerinde duruyor ve dayatılan hatıralar, en hızlı silinenler oluyor.
İnsan, anıtlar dikerek ölümsüz olacağını sansa da zaman, taşlara kazınanları, duvarlara asılanları değil de ruha yazılanları saklıyor. Kalplerde kalabilmeyi başaranları…
Ki kimi isimler yalnızca bir korku gölgesi olarak hatırlanacak ve hatırlanmanın da bir ceza olabileceğini bilmeyecekler belki. Çünkü zorbalık, hafızada yankılandığında bile soğuk bir ürperti bırakıyor. Zorbalıkla hatırlanmak, unutulmaya en yakın yol...
Bu yol, yol yakınken dönülmesi gereken bir yol… Keşke idrak edilse…
Ez cümle; İnsan gerçekten neyle yaşar? Bunun farkına ve anlamına varmalı.
Unutulmamakla mı, iyi hatırlanmakla mı?
