Yusuf İslam’ın ardından
Yunan bir baba ve İsveçli bir annenin oğlu olarak Temmuz 1947'de Londra'da doğan Steven Demetre Georgiou, gençliğini West End of London’un neon lambalarıyla süslü sokaklarında geçirdi.
Elbette bu zamanlar müzikte de bir dönem olarak adlandırılan İngiliz İstilası denen zamana tekabül ediyordu. Handiyse dünyanın tüm müzik piyasası adanın içindeki sanatçılarla yürüyordu. Bu ortamda katıldığı bir müzik yarışmasında keşfedilen Stevens’ın kariyeri de başlamış oldu.
Müziği adına şüphesiz en yetkin dönem 70’li yıllardı. 1967'deki çıkış albümünün de adı olan "Matthew and Son" ile İngiltere listelerinde ilk ona girdi. Ansızın yakalandığı şöhret ve beraberinde getirdiği hayatı sonrası 1969’da tedavisi çok uzun sürecek bir hastalığa, tüberküloza yakalandı. Ölümün kıyısına gidip geldiği bu dönem ilk ruhsal arayışlarının başlangıcını oluşturmuştu. Onu uluslararası üne kavuşturan ve etkisi senelerce sürmüş albümü “Tea for the Tillerman” bu dönemin, tavana bakarak derin düşüncelere daldığı hastane odasında yaşadığı açılımların mahsulüdür. Peşi sıra “Catch Bull at Four” albümünün adını Zen Budizminden alışı ise hayatındaki anlam arayışının bir yansımasıydı. Takip eden yıllarda yazdığı “Peace Train”, “Morning Has Broken” ve “Moonshadow” onu müziğin efsaneleri arasına çoktan eklemişti.
İslam’ın ruhunda ilk yankısını bulması gittiği Marakeş tatilinde duyduğu ve Faslıların ona ‘Tanrının müziği’ olarak açıkladığı ezanla olacaktı. Müziği daimî olarak para, şöhret ve güçle özdeşleştirdiği için Tanrı ve müzik ikilisi zihninde çok sıra dışı bir ifade olarak belirmişti. California’da denizde boğulmaktan son anda kurtulurken nefes alan ve ‘yaşama’ dönen sadece bedeni değildi.
Yusuf İslam, manevi değişiminin ilk döneminde Tanrı ve müziği sert bir radikallikle ayırdı. Tanrı ona müzikle konuşmuştu, ama o müziğini 20 yıl sürecek bir sürgüne gönderdi. Belki de müziğini ve onun sağladığı şaşaalı yaşamı kendisini hakikatten yıllarca uzak tutmuş olmakla suçluyordu, ama gerçekte onun şarkılarına yansımış engin merhamet, sevgi ve özlemin kutsal ve aşkın olanla çok derinden bir bağı vardı.
Müziğe tekrar dönerken çocuklar için yazdığı “A is for Allah” ve “God is the Light” gibi birkaç eğitici ve ‘caiz’ müzik, Cat Stevens ile Yusuf İslam’ı barıştıran köprülerdi bir anlamda. Bu barışın temelinde, kendisi için büyük bir nimet olarak gördüğü dininin ‘davasını’ daha çok kişiye ulaştırmak ve onun için müjde olan bu mesajı insanlığa tanıtmak için müziğini aracı kılma arzusu da vardı.
Gel gelelim, müzik zevki gelişmiş ve önyargısız olan herkesin de itiraf edebileceği üzere Yusuf İslam’ın ihtida sonrası müzikleri ne müzikalite ne söz gücü ne de estetik derinlik bakımından ilk dönemine yetişemez. Zaten tüm sanatçılar en erişilmez eserlerini mutlak bir kaybolmuşluk ve hedefi belirsiz bir arayış içindeyken vermemişler midir? Adına ilham dediğimiz o üretken coşkunluk hali, tıpkı çağlar ötesine uzanıp peygambere ulaşan bir vahiy gibi muhatabını hep böyle ansızın yakalamıştır. Yusuf İslam eski albümlerine yeni cover’lar yaparken aslında bunu önce kendisine itiraf etti, sonrasında da bizlere.
Kendisini ilk defa müziğe dönüş seremonilerinden birisi olan tiyatral konser serisi “A Cat’s Attic” kapsamında Toronto’da izlemiştim. Full salon ve yığılma onun gibi bir müzisyen için orada da varsayılandı. Konsere Besmele çekerek başlaması ve alkışlanması, seyircinin belleğinde hiç kaybolmamış yerini görmek onun için de bizim için de inanılmazdı.
Geçtiğimiz hafta -nihayet- Türkiye’de de konserlerinin olması hayali gerçekleşti. Ankara’daki konserde o salon belki de ilk defa bu kadar büyük bir izdihama ev sahipliği yaptı. Dinleyicilerin bir kısmı gençliklerinde ilk aşklarını Lady D’arbanville dinlerken hayal etmiş ve Cat Stevens’ı o yumuşak ve naif sesiyle hatırlayanlardı. Diğer bir kısmı da çoğunlukla onun ilk dönem rüzgarıyla ilgilenmeyen, Yusuf’un sadece dine dönüşü ve sonrasındaki tebliğ içerikli melodileri ile bilen ve o şekilde bilmek isteyenlerdi. Bazılarını konsere çeken de sadece onun Cat Stevens ve Yusuf İslam olarak sahip olduğu şöhretiydi. Yusuf İslam ise, yaşına rağmen sahnedeki dinçliğiyle sergilediği performansında 70’lerdeki başyapıtları ile son dönem çalışmalarının uyumlu ve hatta sıralı bir karışımını içeren kapsamlı bir repertuar sundu.
Konser bittiğinde tüm o seyirciler dağılırken aklıma Ricky Gervais’in çok sevdiği eşinin vefatı sonrası bir ateist olarak yaşamı anlamlandıramamasını anlattığı dizisi After Life geldi.
Gervais arabasıyla uzaklara giderken fonda tüm evrenin kalbinde makes bulmuş Yusuf’un yumuşak sesi vardı. 1971’de çıkardığı “Teaser and the Firecat” albümündeki “The Wind” şarkısı çalıyordu.
“Nereye mi varacağım…Bunu yalnız Allah biliyor… Müziğimin beni kalbimin gitmek istediği yere götürmesine izin veriyorum”