Akşamları denizin renginden gözlerimiz yanardı Gümenüz'de...
Annemlerin Gerze'den Gümenüz'e geldikleri yıldan emin değilim, rahmetlinin söylediklerine nazaran '20'den bir iki yıl evvel olabilir, annem '29 doğumluydu, dördüncü çocuk, onun Gümenüz'de dünyaya geldiği kesindir, aile Hıdırellez için Mal Gölü tarafındaki şenliğe gidecekken Sabiha Hanım'ın doğum sancıları başlamış, ancak nüfus kayıtları Gerze'nin Köşk Mahallesi'nde kaldığından, annem kâğıt üstünde Gerze doğumlu görünmüş.
Anladığım kadarıyla dedem medâr-ı mâişet derdinden Gümenüz'e göçmüş, oysa Gerze'deyken hâli vakti yerindeymiş, düşüşleriyse sanki Salih Efendi'nin ağabeyinin Çanakkale'de şehit düşmesiyle başlamış gibi, peşinden malları mülkleri gitmiş, bir gecede beş parasız kalmışlar. Bu yüzden Salih Efendi de tası tarağı toplayıp Gümenüz'e gelmiş, kahvehâne işletmiş, kasaplık yapmış, derken araya İstiklâl Harbi girmiş, cepheden vücûdunda iki mermi çekirdeğiyle dönmeyi başarmış.
Salih Efendi'nin fakirliğine rağmen çarşının az yukarısına iki katlı şirin mi şirin bir ahşap kondurmasına ancak şapka çıkarılır. '40'lı yıllarda ilk çocuğu Rukiye teyzemi Alaçam'a gelin vermiş, '25 doğumlu İsmail dayım haylazca olduğundan okul yerine balıkçılığı tercih etmiş, oysa Salih Efendi çocuklarının okumalarını istiyormuş, bağıra çağıra '27 doğumlu Salim dayımı Akpınar Köy Enstitüsü'ne yazdırmış, okuldan kaçmasın diye yanına da annemi katmış. Annemin Akpınar'a girişi 19 Mart 1943 olarak görünüyor, sekiz ay kadar sonraysa Tosya-Ladik depremine uykuda yakalanıyorlar, âfette maalesef dört bin kadar yurttaşımız ölürken, okuldan sadece beş öğrenci enkaz altında kalmış, onlardan Cevdet Ardınç'ın ve Hüseyin Şahin'in cenazelerini ise köylüleri almaya gelmemiş, Akpınar'ın çocukları da arkadaşlarını okulun bahçesine kendileri defnetmişler.
Annem ve dayım okul yaz tatiline girince Ladik'ten Gümenüz'e dönüyorlar, kıtlık yıllarıdır, şeker yok, ekmek karneyle, çaylarına şeker yerine kuru üzüm atıyorlar, ama hamsi, palamut, kalkan bol, bir de herkes ete hasretken bizimkiler av etine doymuşlar, ailenin avcısıysa Ali'ymiş, sakın ha bu Ali'yi Ahmet Mehmet gibi birisi sanmayın, Sabiha Hanım'ın tekir kedisidir Ali, daha önce de yazdım, her gün Alaçam-Gerze şosesinin üstündeki tütün tarlalarına ve bahçelere çıkıp, bizimkilere sakarmeke ve çulluk getirirmiş. Annemin, '43 ve '44 yazlarında, geceleri ufkun gün gibi aydınlanmasıyla yataklarından fırladıklarını, az sonra da çatışma veya infilâk seslerinin uğultu hâlinde duyulduğunu söylediğini anımsıyorum, iki üç defaysa gündüz vakti Gümenüzlüler denizde çimerlerken su üstüne Alman denizaltıları çıkmış. Annemin anlattığı denizaltılar kelimesi kelimesine aklımda kaldı, bu yüzden '74'te Fenerbahçe Lisesi'nin yanındaki Nobel Kitabevi'nde “Amiralın Kurtları” isimli kitabı bulunca ne kadar sevindiğimi anlatamam, ondan sonra da “Ölüm Denizaltıları” kitaplığıma girdi. '75 ile '80 arasında, fakültedeyken, çok sayıda savaş kitabı okudum, televizyondaki İkinci Dünya Savaşı belgesellerini de hiç kaçırmadım. Ancak, okuduklarım veya seyrettiklerim Karadeniz'deki Alman denizaltıları konusunda pek bilgi vermiyordu, onlara yeniden dönüşümse '89'da Lale Çakıroğlu'nun Milliyet gazetesinde on üç gün devâm eden yazı dizisiyledir, bu yazı dizisi yüzünden günlerce Bâyezîd Kütüphânesi'ne kapandım, orada bütün gazete haberlerini taradım, ancak annemin anlattığı infilâklar ve sahilin dört yüz metre kadar açığında su üstüne çıkan denizaltılar nedense haber sayfalarında yoktular, anlayacağınız ıska tıska oldum, bunun üzerine U-9, U-18, U-19, U-20, U-23 ve U-24 denizaltılarının peşini bıraktım, yıllar sonraysa annemi teyid eden Rudolf Arendt'in “Son Emir, Batırın” isimli anı kitabını tesâdüfen bulacaktım. Meğerse bizim Arendt, burnumuzun dibindeki Ağva'nın üç mil kadar açığında batırılan U-23'ün kaptanıymış.
Annemin Akpınar Köy Enstitüsü'nden pekiyi derece ile mezûniyeti 29 Ekim 1947, diploma numarası 7/243, öğrencinin sanatı olarak da biçki dikiş kaydı var, Gümenüz'den köy enstitüsüne giden erkek öğrencilerin sanat hânesindeyse balıkçılık yazıyor. Bildiğim kadarıyla, Akpınar, Beşikdüzü ve Arifiye köy enstitülerinin kayıkları, çeşit çeşit ağları ve balıkhâneleri varmış. Gümenüz'de balıkçılık olta balıkçılığıyla başlamışken, eniştem Necmi Karabacak olta balıkçılığının ustasıydı, köy enstitülüler sayesinde balıkçılık bilimsellik kazanıp, bir mesleğe dönüşmüş. Dahası da var, Gümenüz İlkokulu'nun köy enstitülü öğretmeni İsmail Cengiz, çocukları sandalına doldurup, onlara hangi balığın nerede bulunabileceğini ve nasıl avlayabileceklerini öğretmiş. Ancak, balıkçılığın nahiyemizdeki altın yılları pek uzun sürmemiş, maalesef köy enstitüleri kapatılmış, bu da '53'de trol balıkçılığına kapı aralamış. İlk trol teknesinin Figocu Şevki'nin olduğunu söylemişlerdi, teknesinin ağlarınıysa Ömer Reis örmüş. Figocu Şevki'yi Anzarot Muzaffer, Molla Ahmet ve Kara Cemil gibi trolcular takip ediyor, '70'li yılların başlarından beş kadar trol teknesi anımsıyorum, meydana yakın bir yerde sıra sıra dururlardı, ne yazıktır ki hep birlikte Karadeniz'i kuruttular. Köy enstitüleri kapatılınca, ağları, sandalları ve balıkhâneleri kapanın elinde kalmış, örneğin enstitünün Derbent mevkiindeki balıkhânesinin ağlarını Gürzüvetli Mustafa almış, ondan da Çerkezin Ferhat'a geçmiş.
Kalkan balığı deyince nefesim kesilir, önüme ne kadar koyarsanız koyun, hepsini mideme indirebilirim, kalkan '60'larda ve '70'lerde dahi o kadar fazla çıkıyordu ki, ekmek niyetine sofraya koyabilirdiniz. Gümenüzlülerin avladığı kalkanı başka yerde bulamazsınız, onun için Ayancık tarafına giderlerdi, Ayancık'ın kalkanı diğerlerinden daha iri ve daha koyu renktedir. Gümenüz balıkçılığında sevmediğim yegâne şeyse, yunus avcılığıydı, onları az açıkta, hamsinin olduğu yerlerde, mavzerle avlarlardı. Yunuslar üç cinsti, mutur, afalina ve tırtak, daha fazla yağ muturda olduğundan, en fazla mutur vurulurdu galiba. Mavzerleri ve mermileri devlet dağıtıyordu, Kasım ile Mart arasında sâhil bir baştan öbür başa yunus ölüleriyle dolar, deniz otuz kulaca kadar kan rengi olurdu. O görüntüden hep nefret etmişimdir, yunuslar vurulduğunda ölmeleri on dakikayı buluyordu, bu yüzden önce kancayla kayığın yanına çekilir, sonra da suda boğulup ölmeleri beklenirdi. '84'te yunus avcılığı yasaklanınca, nasıl sevindiğimi anlatamam.
Karadeniz'de beş cins kadar balina varmış, Gümenüzlü balıkçılardan balina gören oldu mu, bilmiyorum, şâyet beyaz balina Aydın'a balina dersek, onu da '92'de herkesin sevdiği muhakkaktır. Aydın'ı önce Gümenüz ile Gürzüvet arasında Mehmet İzmirli görüyor, ödü patlıyor, yunus dese yunus değil, kocaman beyaz bir mahlûk, hemen Gerze belediye reisine haber uçuruyor, o da yanına üç balıkçı alıp, balinayı Gerze Limanı'na sokturuyor. İnsanlardan korkmayan ve havada taklalar atarak oynayan balinayı Gerzeliler pek seviyor, ona Aydın ismini veriyorlar, ama Aydın ulusal basına haber olunca Ukraynalılar ortaya çıkıyor, asıl isminin Tişka olduğunu, mayınlama için eğtildiğini ve askeriyedeki rütbesinin çavuş olduğunu açıklıyorlar. Meğerse bizim Aydın askerî üsten firâr etmiş. Olay mahkemeye intikal ediyor, Aydın'ın Ukrayna'ya iadesine karar veriliyor, Gerzeliler ise Aydın götürülürken peşinden gözyaşı döküyorlar. Aradan sekiz gün geçiyor, Gerze'de festival zamanıdır, Gümenüzlüler de minibüslerle oraya geçmiş. Birden denizde Aydın görünüyor, taklalar atarak şirinlik yapıyor, onu gören Gerzeliler ise sevinç çığlıkları atıyor, asıl festival Aydın ile açılıyor, Aydın da bir baştan öbür başa yüzüp herkese kendisini tek tek sevdirtip öptürüyor, sonra karanlık sulara dalıp bir daha görünmez oluyor.
Şimdi biz Gerze'den Aydın Köker'in minibüsüyle yeniden Gümenüz'e dönelim: Sabiha Hanım'ın ahşabının Gerze yönündeki cephesinde çatıdan yere kadar havyar asılı olurdu, havyarcılık İbrahim dayımın işiydi, kefalden, şipden, mühürlü mersinden, sivriçkadan ve morinadan havyar alırdı, tereyağlı ekmeğin üstüne sürülen siyah havyarı ise sabah kahvaltısında pek severdim. Havyara Sabiha Hanım'ın dişi kedisi Mestan da pek düşkündü, mutlaka ekmeğimi ona ısırtıp bir iki parça yedirirdim. Havyarcılığı Gümenüz'de ilk İkiz Ömer, İkiz Osman, Çolağın Şükrü ve Remzi Koç mersin avcılığıyla Kızılırmak'ta kancalarla başlatmış olabilir, onlar da muhtemelen Bafralı Rumlardan öğrenmişlerdi. '70'li yılların başlarında mersin avcılığında kullanılan takımın yüz otuz bir kancadan oluştuğu öğrenmiştim, kancalar iki sıra dizilirmiş, üstekiler mantarlı, alttakilerse mantarsızmış. Balık suyun hareketinden tuzağa düşüp, mutlaka mantarlı kancaya takılırmış. İbrahim dayımda o takımlardan epeyce vardı. Ahşabımızın çarşı tarafındaki yanındaysa iki katlı ve vişne çürüğü renginde aşı boyalı bir kâgir dikiliydi, onun üst katında Süzükler otururdu, Rıza Bey'in hanımı Sabahat teyze annemin arkadaşıydı, oğulları Celal ile taşlıklarında epeyce top koşturmuştuk.
Gümenüz'de balıkçılık denince amforaları da unutamadım. Anforaların Gümemüzlülerin yaşamına trolcülükle girdiği muhakkaktır. '71'de veya '73'de bir sabah, daha gün aydınlanmamışken, İbrahim dayımın beni kaldırıp, trole gideceğimizi söylediğini anımsıyorum. Berbat bir hava vardı, sanırım rotamız Sinop'un Adabaşı mevkiiydi, orada ağlara, elli altmış kulaçtan dört amfora takılmıştı, çok güzel şeylerdi, ancak sahil güvenliğin korkusundan amforaları denize attılar. Oysa, yıllar sonra, yani '90'larda, Gümenüz sahilindeki barların ve gözlemecilerin önünde bir sürü amfora görecektim.
Babam, Arslanköy doğumlu ve Düziçi Köy Enstitüsü mezûnu, tayinle Alaçam'a geliyor, aynı dönemde şâir ve yazar İsmet Kemal Karadayı ilçede savcı, ikisi de bekâr, birlikte çok ceviz kırıyorlar, önce İsmet Kemal Karadayı evleniyor, babam da bir iki ay sonra İsmet Kemal'in karısı Vasfiye teyzemizin Gümenüz'den arkadaşı olan annemle tanışıyor. Ansiklopedilerde babam '36 doğumlu olarak görünse de, doğru değildir, bunu birkaç defa düzeltmeye kalkıştım ama kimse ilgilenmedi, babam hep Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün vefâtında sekiz yaşında olduğunu söylerdi, köylerde nüfusa geç yazılma âdettendir, belki bir iki yaş değişiklik de köy enstitüsüne kaydında yapılmış olabilir. Adana'da öğrenciliği sırasında, Yılmaz Güney, Nihat Ziyalan ve Arif Keskiner ile birlikte yerel Bugün gazetesinin kültür sanat sayfasında yazıyorlar, Arslanköylü olan Osman Şahin ve İvriz'den sürgün gelen Kemal Bayram Çukurkavaklı ise babamdan birkaç yıl sonra Düziçi'ne giriyorlar. Anlaşıldı, iki haftalığına da Arslanköy'e gitme vakti geldi galiba, Samsun'dan Mersin'e gitmek kolay, ama Mersin'den Arslanköy'e çıkmak mesele, şimdiki gibi asfalt yol yok, oysa köyümüz Mersin'e sadece elli bir kilometre mesâfede olmasına rağmen Orta Toroslar'ın zirvesindedir, sürekli yukarılara tırmanıldığından otobüs ikide bir su kaynatıyordu, bu yüzden de Arslanköy'e varmak saatler sürüyordu. Aşağıda Mersin yaz sıcağında kavrulurken, bulutların içindeki Arslanköy'de hep kar yağışı olurdu. “Bu tepe karlı tepe, yaylalar / Oy yaylalar, yaylalar, yaylalar / İndim su serpe serpe, yaylalar / Oy yaylalar, yaylalar, yaylalar”. Bu türkü de şimdi nereden dilime dolandı, bilmiyorum, oysa Isparta'daki askerliğimde takımı sabah koşusuna çıkarttığımda çocuklara söyletirdim, unutmuştum, Arslanköy ile yaşamıma geri döneceğiniyse hiç tahmin etmezdim, neyse başlamışken devâm edeyim bari: “Bu derenin suyunu, yaylalar / Oy yaylalar, yaylalar, yaylalar / Kıramadım buzunu, yaylalar / Oy yaylalar, yaylalar, yaylalar”...














