Bostancı’dan Suâdiye’ye dönünce...

“Suâdiye, köşklerin yok edildiği ‘75’e kadar bir sayfiye olduğundan, kış mevsimlerinde bilhâssa sâhil tarafı insansız kalırdı. Memleketimizin dört bir tarafından İstanbul’a gelen hırsızlar ise, hemen çeteleşip, ıssız Suâdiye’ye dalarlardı.”

Yetmişli yaşlarındaki doğma büyüme Bostancılıların pek çoğunun yazdığım cinâyetleri anımsayamamasına inanın çok şaşırdım, akıllarında vaktiyle büyük bir infiâle neden olan Lâle Atlıoğlu cinâyeti dahi kalmamasına rağmen, cümlesinin sıradan “Bizim Otobüsler” hâdisesini yazmamı istemesiniyse tuhaf buldum. Ama, dostlarımı kıracak değilim, ayrıca bazı kaynaklarda otobüsün denize uçmasının sık sık ‘56’ya tarihlendirildiğini de görüyorum, onların yanlışlarını düzeltmeye kalkıştığımdaysa yeni yetme zamazingolar bana çemkiriyorlar, hayır efendim, doğrusu ‘52’dir, merâk edenler 3 Eylül 1952 günlü Milliyet gazetesinin yedinci sayfasındaki “Bostancı’da bir otobüs denize uçtu” başlıklı habere bakabilir.

2 Eylül günü, “Bizim Otobüsler” firmasının Yakacık-Kadıköyü seferini yapan “Kartal-139” numaralı otobüsünün şoförü Şevket Özel, Altıntepe’den Kasaplar Çarşısı’na inerken, tam da alt geçidin girişinde, frenin patladığını fark eder, hemen vites atarsa da maalesef otobüsün süratini düşürmeyi başaramaz, koca otobüs doğruca plajların ve gazinoların bulunduğu yerden denize uçar. Allahtan oraları pek sığdır, kaza can kaybı olmadan atlatılır, sadece yolculardan Hüseyin Uysal, Ruşen Kara, Eleni Fetro, Hüseyin Gürsoy, Ertuğrul Erbon, Lâmi Yurteri, Mehmet Yürüer, Ali Soner ve Mirza Filiz, ufak sıyrıklarla otobüsten çıkarılmışlardır.

Tamamı birkaç satırlık “Bizim Otobüsler” hâdisesi niçin Bostancılılar için önemlidir, doğrusu bir fikrim yok, bana sorarsanız, şâyet bir “Bostancı Tarihi” yazılacaksa, Bakkal Haydar Çini’nin yirmi bir yaşındaki çırağı Süleyman Güler’in ‘57’de intihâr etmesi otobüsün denize uçmasından daha önemlidir derim, ama beni kim dinler. Zavallı Süleyman, dükkândan azıcık yağ ve peynir aşırırken, patronu Haydar’a yakalanmış, onun bağırıp çağırması üzerineyse pantolonunun kemeriyle kendisini dükkânın tavanındaki kalasa asmıştır. Bir de, ‘58’de Halil Tüket ve Mehmet Şirin isimlerinde iki küçük hurdacı çocuğun, sâhilde buldukları top mermisini kurcalarlarken, merminin infilâk etmesi sonucunda parçalanarak ölmeleri var, nedense o da akıllardan uçmuş.

Bostancı’dan sıkıldıysanız, deniz fâcialarını, yangınları, kumar kavgalarını, araba ve tren kazalarını başka bir yazıya bırakıp, geçen hafta söz verdiğim gibi, sizi doğruca Suâdiye vukuâtına götüreyim: Efendim, ağzından bal damlayan Sermet Muhtar üstâdımızın, medeniyetten uzak ve ölü topraklar kabilinden geniş bir arazi şeklinde naklettiği Domuzdamı mahallinde, o zamanlar Suâdiye ismi dillere henüz yerleşmemiştir, ‘10 yılının en büyük hâdisesi Bekir Paşa’nın kerîmesinin kefere kızlar gibi şapka takmasıyken, yarım asır içinde ‘57’deki Ali Aslan hâdisesine nasıl gelindiğini anlamak istiyorsanız, İlhami Bekir’in “Taşlı Tarladaki Ev” romanını okumanızı tavsiye ederim. Mevzû-i bahis Ali Aslan kopuğu, Çankırı’nın Kurşunlu halkından olup, ‘55’e kadar, adam yaralama ve hırsızlık suçlarından çok sayıda kaydı bulunuyormuş. ‘55’de ise sınıf atlayıp, Osman Ilgın, Süleyman Kaya, Mehmet Köknar, Mustafa Sarıkaya ve Hüseyin Aslan isimlerindeki beş kişinin paralarını silâh zoruyla indira gandi yapmış. Elbette yakalanmış, Çankırı Ağır Ceza Mahkemesi’nce neticeten on iki yıl iki ay hapse mahkûm edilip, içeri tıkılmış. Ancak, bizim kopuk yine de uslanmamış, ‘56 yılının Mayıs ayı içinde bir gece, koğuş arkadaşı Osman Dolay ile birlikte abdesthânenin duvarında kocaman bir delik açarak firâr etmişler. Harmancık ormanına vardıklarındaysa, nedenini kimse bilmiyor, Ali kader arkadaşı Osman’ı öldürüp, başını gövdesinden ayırmış. Ankara ve İzmir derken, ‘57 baharında İstanbul’a ulaşmış. Bir süre hemşehrilerinin yardımlarıyla saklanmayı başarmış, ama 11 Haziran sabahı Suâdiye’ye geçip, Plaj Yolu Sokak’taki 6 numaralı köşkün bahçevanı Yakup Sarı’yı bulmuş. Adamdan tehditle bin lira isterken, hâdiseye tanık olan Ramiz Demirel polis karakoluna koşup, ihbarda bulunmuş. Bunun üzerine karakoldaki polislerden Mehmet Karakurt hemen dışarıya fırlayarak yolun sağından Ali Aslan’ı ve Yakup Sarı’yı takip etmeye başlamış. Ali Aslan bir şeyden şüphelenip ters istikamete doğru dönünce, az arkalarına geçmiş olan Mehmet Karakurt da düdük çalarak katilin üzerine atlamış ve onun sağ kolunu arkasına kıvırmış.

Tramvay durağında vardıklarındaysa Ali birden öne doğru eğilip kolunu kurarmış ve belinden tabancasını çekip Mehmet Karakurt’a doğrultmuş. Ancak, kahraman polisimiz bir defa daha onu kolundan yakalayıp namlunun ağzını yukarıya doğrultmaya çalışırken Ali Aslan tetiğe çökmüş, ancak mermi kendi çenesine isâbet etmiş, ağzından kan fışkırmaya başlamış, o panikle tabancasını üst üste ateşlemiş, ikinci mermi dizine, üçüncü mermi sol avucuna ve dördüncü mermi de sol ayağına saplanmış. Tuhaf olansa, resmi giysili Mehmet Karakurt’un olayı seyreden kalabalıktan yardım istemesine rağmen, kimsenin kılının kıpırdamamasıdır.

Suâdiye, köşklerin yok edildiği ‘75’e kadar bir sayfiye olduğundan, kış mevsimlerinde bilhâssa sâhil tarafı insansız kalırdı. Memleketimizin dört bir tarafından İstanbul’a gelen hırsızlar ise, hemen çeteleşip, ıssız Suâdiye’ye dalarlardı. O çetelerden biri de ‘49 yılında Bağdat Caddesi üzerindeki konutlardan maddi kıymeti yüz elli bin lirayı bulan eşya çalmıştır. Yenikapı’daki Hüseyin Necati Gürol’dan, İzmit’teki Osman Nuri Erzik’ten, Akyazı’daki Salih Karaca’dan ve Bayburt’taki Selahaddin Polat’tan oluşan çetenin kaldırdıklarının tutarının büyüklüğünü, ‘49’un Bütçe Kanunu’nda yirmi altı daireye ayrılan 1.371.875.627 lirayla kıyaslayabilirsiniz. Bitmedi. ‘55’te aktör Salih Tozan’ın Dere Sokak’taki evinden iki bin liralık mücevher ve giyim eşyası çalınmıştır. ‘59’da kışlıktaki Hamit Tamer’in Orta Sokak’taki boş köşkü on beş gün içinde iki defa soyulmuştur. Bu arada İdris Orak’ın hırsızlık olayına mutlaka ayrı bir sayfa açılmalıdır, yıl ‘66’dır, dut yemek için çıktığı ağaçtan karşı köşkün içinde gördüğü gümüşleri çalan İdris’in, ‘53’ten iki sabıka kaydı bulunmasına rağmen, Emniyet Müdürlüğü’nün merdiven boşluğuna atlayarak intihar etmesi dramatiktir. Suâdiye yazlı kışlı oturulan bir semt olduktan sonra da hırsızlık hâdiseleri bitmedi, aklıma ilk Emel Sayın’ın ‘81’de Maksim Gazinosu’ndaki programından Pembegül Sokak’taki evine saat 02.00 sularında döndüğünde, apartmanın otoparkında silâhlı bir soyguncuyla karşılaşması geliyor. Onun yolunu kesen adam, mavi boncuğumuzun üstündeki bir buçuk milyonluk mücevheri ve çantasındaki yirmi beş bin lirayı alıp, kayıplara karışmıştır. En üzücü hâdise ise, ‘95’te Tonozlu Sokak’ta yaşanandır, üç kişi hırsızlık için girdikleri evden, televizyon, müzik seti, buzdolabı, çamaşır makinesi ve org alıp çıkarırlarken, odasında uyumakta olan on altı yaşındaki kız çocuğunu görmüşler, alçaklar çocuğun boğazına bıçağı dayayıp, sırayla ona tecâvüz etmişlerdir.

Suâdiyemizin inkişâfının tren yolunun kavis yaptığı yerin üst tarafında kalan Ebenin Köşkü’yle ve Neşet Bey’in tren hattı boyunca uzanan geniş arâzîsinden başladığı söylenebilir. Sermet Muhtar’ın ve Refik Halid’in Ebenin Köşkü olarak isimlendirdiği o çok pencereli ve dört katlı ahşap köşk, fotoğraflarını görmüştüm, bazı kaynaklarda Ebeyan Efendi’nin Köşkü olarak da geçiyor. Refik Halid üstâdımız, ‘52’de, “Ebenin Köşkü’nü yıkmışlar, enkazını bir kenara yığmışlar. Bu, çok pencereli, dört kat, kocaman ahşap köşk, yarım asır evvel o havâlîde bir başına durur, sanki istikbâli sabırla, tevekkülle bekler, gözlerdi.

Denilebilir ki bütün yeni binâlar, bu anaç tavuğun yavrularıydı, hepsi de Ebenin Köşkü’nden türemişlerdi,” diye yazmıştı. Neşet Bey’in bahçesinin karşısınaysa sonradan Suâdiye Camii inşâ edilmiştir. Son cemaat girişinin üzerinde yer alan iki kitâbenin altta olanına ve içerideki panolara nazaran, Suâdiye Camii’nin inşâsı 1323’de başlayıp 1325’de tamamlanmış olmalıdır. Cami, kimilerine göre, Reşad Paşa’nın kerîmesi Suâd Hanım’ın vefâtından evvel, kızcağız hasta yatağındayken, son ârzûsu üzerine kendi parasıyla inşâ edilmiştir, kimilerine göreyse, Suâd Hanım’ın vefâtından sonra arsasını pederi Reşad Paşa satın alarak, kerîmesinin anısını yaşatmak amacıyla oraya bir cami inşâ ettirmiştir. Sermet Muhtar, zavallı Suâd Hanım’ın bir ameliyatın akabinde vefât ettiğini belirtiyor, bunu Refik Halid de, “Semte pederinin yaptırdığı camiden dolayı ismi konulmuş olan Suâd Hanım’ı da bizzat tanırdım. Hudûd komşumuz Maliye Nâzırı Reşad Paşa’nın kerîmesiydi, hastalığı neydi, apandisit mi, mide çıbanı mı, başka bir şey mi, aklımda kalmamış. Paris’ten Doktor Tuffier getirtilerek köşkte ameliyat yaptırılmıştı. Ömrü vefâ etmedi, Reşad Paşa da çok sevdiği kerîmesini unutulmaktan korumak için tren yolunda bir arsa aldı, oraya cami yaptırdı ve camiye Suâdiye ismini koydu,” şeklinde teyid etmektedir. Reşad Paşa, genç yaşta vefât eden kerîmesinin ismine inşâ edilen bu camiye akar olsun diye bitişik nizâmda dokuz dükkân da ekleterek, onları 4 Ramazan 1326 günü vakfetmiştir. Kaydını 577 numaralı defterin dokuzuncu sayfasının altıncı sırasında bulabilirsiniz.

Refik Halid, cadde üzerinde Abdullah Galip Paşa’nın 1316 yılında ve “Yeni İstasyon” mahallinde Zihni Paşa’nın 1320 yılında yaptırdığı camiler varken, bir de boş tarlaların üzerine bu caminin inşâ edilmesini halkın ilk başlarda şaşkınlıkla karşıladığını yazmıştı. Ama, yirmi beş yıl içinde Suâdiye Camii civârı dolmaya başlamış ve bir ara şehrin en lüks mahallesi vasfını kazanmıştır. Refik Halid’de göre, lüzumsuzca, zevksizce, mânasızca kalabalıklaşmadır Suâdiye’ninki. Buna rağmen, Suâd Hanım’ın camii, bir türlü cemâatle şenlenememiştir, yarı metrûk hâlde yılları devirmiştir. Ben ‘68 ile ‘76 arasında dahi Suâdiye Camii’nin cemâatsiz kaldığının tanığıyım. Caminin arkasındaki 114 pafta, 1268 ada ve 1 parselde bulunan üç yüz metre metre inşâat alanına sâhip dokuz dükkân ise, bundan dört beş yıl evveline kadar dahi harâbdı.

Suâdiye Camii’nden Bostancı’ya kadarki hat boyu Balkan Harbi sonrasına kadar bomboştur, Suâdiye İstasyonu’nun alt tarafına halk arasında Domuzdamı dendiğini Sermet Muhtar yazıyor, kara tarafınaysa Bulgaristan ve Şarkî Rumeli muhâcirlerinin iskanıyla birlikte Taşlı Tarla denmeye başlanmıştır.

Kaynağımız İlhami Bekir’dir, asfalt Taşlı Tarla’yı daha sonra keskin bir bıçağın elmayı ikiye bölmesi gibi iki kısma ayırmıştır. Asfaltın altında, para, lüks, kahkaha, ışık, renk ve sosyetik kadınlar, üstündeyse fakir sütçüler, aksak zerzevatçılar, kasaplar, sucular, bir deri bir kemik yılkı atları ve veremli çamaşırcı kadınlar kalır. Suâdiye’nin bir sayfiye olmasıysa Cumhuriyet devrindedir, asfalttan Turşucu Deresi’ne doğru olan kısmın, arsası çok ucuz olduğundan, ‘40’lı yıllarda dar gelirlilerin bahçe içinde küçük kâgirleriyle dolmaya başladığını yazanlar var, böyle diyorlar da bana pek doğru değilmiş gibi geliyor, çünkü ‘50’li yıllarda dahi bugünkü Emin Ali Paşa Caddesi’nin başladığı yerden Turşucu Deresi’ne kadarki binâlar arasında yüzlerce metre boşlukların bulunduğunu biliyorum. Aslında ‘53’e kadar tren hattının üstünde yol dahi yoktur, Bostancı ile Suâdiye arasındaki Emin Ali Paşa Caddesi ‘53 yılının Ağustos ayında trafiğe açılmıştır, Bağdat Caddesi’ni Emin Ali Paşa Caddesi’ne bağlayan alt geçidin hizmete girişiyse ‘54’tedir.
Artık Emin Ali Paşa Caddesi üzerinde Saide Hanım, Nadide Hanım, Albay Sami Bey, İsmet Hanım, İhsan Hanım, Mösyö Alboher, Sıdıka Hanım, İhsan Bey, Fazilet Hanım, Hamdi Bey, Mansur Bey, Leman Hanım, Naciye Hanım, Hatice Hanım, Arif Damar, Fevziye Öğretmen, Nuri Bey, zihinsel engelli oğlu Erol ve kızı Tülin, Hasan Kervan, Fatma Hanım, Ali Bakkal, Uğur Apartmanı’ndan komşumuz eczacı Muammer Daryal dedemiz, Kültür Apartmanı’ndan Sema ve Uğur Apartmanı’ndan Kadriye ablalarım, Yenişehirli Sait Bey, Sabri Bakkal, Tüpçü Nebil, Yüksel Hanım, oğlu Besim ve kızı Dilek, Kuaför Mehmet, Emin Ersoy, Ulviye ve Naime hemşireler yoklar, ‘Oral Gönenç de, hayattaysa Allah kendisine uzun ve sağlıklı bir ömür versin, Bodrum’a çekip gitmişti. Hadi, hep birlikte, onları semt-i dildârımın medâr-ı iftihârı Nezahat Soysev’in bir Nihâvent şarkısıyla yâd edelim: “Çiçeklerle bezenmiş o güzel bahçeleri / Çimenlerin üstünde titreşen şebnemleri / Baharın neş’esiyle şakıyan bülbülleri / Bir cennet diyârıdır doğduğum Suâdiye / Güzelsin Suâdiye, şirinsin Suâdiye / Gönüller sevgin ile titriyor Suâdiye / Havasında gül kokar, ruhlara sükûn verir / Denizi ve mehtabı gönlü tazelendirir / Kırları çayırları sanki zümrüt gibidir / Gönlümün neş’esini duyduğum Suâdiye”...

YORUMLAR (9)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
9 Yorum