Kazancı Yokuşu’ndan kayıp bir konak, kayıp bir mahfil...

"Mümkün olsa 19'uncu yüzyılın sonundaki Pera'ya birkaç saatliğine inmek isterdim. Asıl mesele Pera'da kiminle dolaşmak isteyeceğimizde ortaya çıkacak. Ben orayı Ahmed Midhat Efendi ile dolaşmak niyetindeyim."

foto-001.jpg

Şâyet zamanda yolculuk mümkünse, 19’uncu yüzyılın sonundaki veya 20’nci yüzyılın başındaki Pera’ya birkaç saatliğine inmek isterdim. Biliyorum, bu çılgın düşüncemin peşine şıppadak takılacak epeyce zevât-ı muhtereme de var, ancak asıl mesele Pera’da kiminle dolaşmak isteyeceğimizde ortaya çıkacak. Elbette dilinize Ahmed Rasim’i de Sermet Muhtar’ı da yazabilirsiniz, âmennâ ve saddaknâ. Ancak ben orayı Ahmed Midhat Efendi ile dolaşmak niyetindeyim. Hayır, büyüğüm Ahmed Rasim’in masasından kalkmıyorum, Suriçi’nin ve Kadıköyü’nün efendisi odur, ama firiği yellilerin semt-i dildarına her adım atışında, sudan çıkmış balığa döndüğü de şehir mektuplarından dökülüyor. Pera’nın sultanıysa Ahmed Midhat Efendi’dir, onun “Henüz 17 Yaşında” ve “Dürdane Hanım” romanlarını okuduysanız, mutlaka bana hak verirsiniz. Bu romanlarda 19’uncu yüzyılın Galata ve Pera mahalleri arasındaki en sıhhatli ayrım bulunmasına karşın, nedense semt tarihçilerimizin dikkatlerinden kaçmıştır. Üstadın Pera’da rezil sınıfına kaydedilen âşüfteleri bile artık beş para edemeyecek kadar bayağılaşmalarından sonra Galata’ya indirmesiyse, bizim orayı Pera’dan uzak tutmamıza yetip de artacaktır.

Madem âşüftelerden bahis açtık, onlardan birini, on yedi yaşındaki Angliko Karakaş’ı da yanımıza alıp, Cadde-i Kebir’de öyle yürüyelim: Ahmed Midhat Efendi’nin 1884 yılında nikâhına alacağı fahişe odur, ancak “Henüz 17 Yaşında” romanının kahramanı olan Kalyopi bizim Angliko değildir, sakın ha bir hata yapmayın, çünkü Ahmed Midhat Efendi o kitabı Pera’nın çıtır fahişesini Melek ismiyle nikâhına almasından üç yıl kadar önce yazmıştı. Kırk beygir kuvvetindeki yazı ustamızın Angliko’yu Pera’nın hangi sokağından ve kimin hânesinden çıkardığıysa asıl muammâmızdır. Belki size abidik gubidik gelecektir ama benim aklım hep Çiçekçi Sokağı’na kayıyor. Oraya sapmak içinse, boynuma bir üç köşeli pehlivan muskası, sırtıma devetüyü renginde bir sako ve belime de bir Trablus kuşağı çekiyorum. Ceketimin altından omuzuma astığım saldırmayı, belimin sol tarafındaki Karadağ tabancasını ve çizmemin koncundaki söğüt yaprağınıysa saymıyorum. Sağ omzumu düşürüp soldan soldan çağanoz adımları da atınca, racon tamamdır, artık Çiçekçi Sokağı’nda kimse bana Behruz Bey muamelesi çekemez. Ahmed Midhat Efendi’nin belki böyle kaşkarikolara ihtiyacı olmayabilir, çünkü koydu mu gözlere yıldızlar çizdiği yazılmıştır; ayrıca, zendost mizâçtadır ya, hangi hânede kim varsa, hepsini tek tek biliyordu. Bursalı Sürpik’i, Konkordiya’nın eski kibritçisi Roza’yı, Bodur Maryanti’yi, Kürt Şahin’i, Samatyalı Uskuk’u, Deli Despina’yı, Şişman Ağavni’yi, Topal Verjin’i, Çopur Olga’yı ve Kel Peruz’u, say say bitmez. Yahu, bunların cümlesi de hoşordur, güverteleri, yan kamaraları ve davlumbazları yerli yerindedir, adama menba suyu döktürürler. Oysa, Galata’dakiler onlar gibi değilmiş, çoğu illetli tabakasına yazılmış, bir kısmı da yirmi yerinde bıçak yarası taşıyan çatlak sesli gudubetler olarak kayıtlarda görünüyor. Fuhuş tarihimizin fevkalâde sermayelerinden endâm-ı mevzûn Yahudi Mari’nin orada ne işi vardır, bugün bile buna akıl sır ermiyor. Birkaç yıl içinde Kasımpaşalı Midyeci Ahmet’i delirttiğine göre, muhtemelen manyağın biriydi.

Meşrûtiyet öncesindeki Çiçekçi Sokağı’nı önce Sermet Muhtar’ın “Onikiler” romanından okuyun, sonra bir de ‘63 ile ‘73 arası için Gürol Sözen’in “Eski Çiçekçi Sokağı” isimli anı kitabına bakın, daha ilk sayfalarda yılların oranın kadınlarına kadavra gıdıklattığını anlarsınız. Gürol Sözen, ‘63 ile ‘73 arasında bile bir ucu İstiklâl Caddesi’ne, diğer ucu da Galatasaray Lisesi’nin önüne çıkan Çiçekçi Sokağı’na bağlanan dolambaçlı ve dar Akarsu ile Acara sokaklarından geçmenin cesâret işi olduğunu yazmasına karşın, maalesef onun satırlarından önümüze bir Arap Abdo veya bir Deli Despina fırlamıyor. Her neyse, tam da o yıllardaki ismiyle Mekteb-i Sultânî’nin yanından hamam yönüne saparken, Ahmed Midhat Efendi ile Angliko Karakaş kayboluyorlar, ben sağanak yüzünden bir yere sığındılar diye düşünüyordum, meğerse benden kurtulup yekpâre olmak niyetindelermiş, bunu da kulak zarlarımda çın çın öten Ahmed Rasim’den öğreniyorum. Üzülmedim dersem yalan olur, ancak Cadde-i Kebir’den Sahne Sokağı’na iki sedyenin girdiğini görünce onları unutup yeniden heyecânlanıyorum, sedyelerin her birinde bir Pera güzeli var, Madam Couteaux ve Madam Vlastiras. Sedyeyi sakın ha teskere olarak tahayyül etmeyin, aksine taht-ı revân sınıfından şezaporte benzeri bir şeydir sedye, Ârif Efendi’nin 26 Şubat 1875 günlü Musavver Medeniyet gazetesinde yazdığına nazaran, sedye sadece Pera’ya mahsus nakil vasıtasıymış. İki sırık üzerine kondurulmuş bir kapısı ve iki penceresi bulunan küçücük bir oda aklınıza gelsin, Pera güzelleri işte o odaya girip de içindeki koltuğa oturunca, pehlivan yapılı ve acı kuvvetli iki hammal sırıkları havaya doğru kaldırıp kendilerine söylenen adrese doğru koşarlarken, kazaen son sürat Sırabyon Hekimyan’ın bir tiradının içinden bile geçmişlerdi.

Madam Couteaux’nun ve Madam Vlastiras’ın güzelliklerini tarife kelimeler hep kifâyetsiz kalmış, ben de yıllar önceki bir sohbette işi espriye vurarak, “Belki de onları sadece Bedri Koraman’ın çizdiği kadınlar üzerinden tasvir edebiliriz” demiştim. Aklıma da nedense ilk Huriye gelmişti, Bedri Koraman’ın ‘55 ve ‘56 yıllarında Milliyet gazetesinde yayınlanan “Cici Can” isimli günlük bandının süt damlası. Eskiler onlardan birinde Klark’ın yerine geçen Cici Can’ı “Maşka Dulları” için Peyami Safa’nın uyardığını anımsayacaklardır. Bedri Koraman o bantlarda elbette Şevkati Bey’in kızlarını hicvediyordu. Suzan Sözen’e ve kız kardeşlerine “Moskof Bakireleri” dendiğini Leyla Umar yazmıştı, “Cici Can” yayınlanırken ise onların Maçka’da sürttükleri âleme dümme düdüktü. Klark suretindeki Cici Can’ın kızlardan Dorothy Lamour’a benzeyeninin kapısını çaldıktan sonra yaşadıklarıysa köpük banyosudur. Ama, siz gözleri gece mavisi sahra gülleleri fildişi olan Suzan Sözen’i bir yana bırakın, beni hemşehrimin “Cici Can” mâcerâsında en fazla Selami Münir Yurdatap’ın şaşırttığını da buradan itiraf etmeliyim. Bedri Koraman üstadı bize şehr-i İstanbul’un tanınmış röntgencilerinden biri olarak takdim ediyordu, ihtisasını deniz hamamlarında elinde dürbün ve matkap gibi aletlerle yapmış, oturduğu semtlerde anahtar deliğinden bakmadığı kapı, tırmanmadığı pencereyse kalmamış. Artık günahı Bedri Koraman’ın boynuna, ben sadece onun hicvini naklettim: Masal masal maturu, Bedri çizer kadınları yaturu, kadınlar fin fin ettikçe de, Selami Münir salâvât getürü!

Sahne Sokağı’na bakarken, arkamdaki Kartal Sokağı’ndan sokak köpekleri çıkıyor, Pera’daki ekalliyetin onları pek sevmediğini biliyoruz, ama Abdülhamid devrinde, hünkârımızın hiddetinden korktukları için de onlara bir fenâlık yapamamışlardır. İstanbul doğumlu Maria Yordanidu’nun, ‘63 yılında Atina’da yayınlanan “Loksandra” isimli romanındaki, “Köpek nüfusunun artmasını önlemede kimsenin bir şey yapmaya cesâreti yoktu. Sakın ha! Merhametli padişah onların koruyucusuydu,” şeklindeki satırlarını anımsayın. Ama, Sultan II’nci Abdülhamid tahta oturmadan önce de şehrin Müslüman nüfusunun onları koruyup beslediği muhakkaktır, bunu Edmond De Amicis’in enfes kitabı da doğruluyor. Edmond De Amicis bizlere 1874 yılının İstanbul’unu aktardığından, ondan Galata’nın ve Pera’nın halkının sokak köpeklerini zehirlediğini öğrenmiştik, anlaşılan ekalliyetin bu gaddarlığı ancak Sultan II’nci Abdülhamid sayesinde 1910 yılına kadar kesintiye uğruyor. Sokaklarda köpekleri sevmeyenler sadece ekalliyet miydi? Elbette, hayır. Bir de bizim sivri Batıcılarımız vardı, örneğin Şinâsî’nin edebiyatımızdaki yerini hep ayrı tutmama karşın, onun 5 Mayıs 1864 günlü Tasvîr-i Efkâr’daki yazısında ortaya çıkan vicdânsızlığındansa nefret ederim. Şinâsî’ye en şedîd yanıt olarak da Erzurumlu İbrahim Edhem Pertev Paşa’nın Mecmua-i Fünûn’daki yazısı kabul ediliyor. Bununla birlikte, şehremînler Suphi’ye ve Cemil’e katliamların yolunu açan asıl metin ise, kanımca Abdullah Cevdet’in “İstanbul’da Köpekler” risâlesidir. İstanbul’daki büyük köpek katliamının Sultan II’nci Abdülhamid’in tahtan indirilmesinden bir yıl kadar sonra 1910 yılında başladığı doğrudur, Tâhirü’l Mevlevî’nin 1914 yılındaki bir yazısından ise katliamdan bir şekilde kurtulan köpeklerin bulunup zehirlendiklerini öğreniyoruz, bu yüzden 1910 ile 1914 arasında tahminen yüz bin kadar köpeğin itlâf edildiğini söyleyebiliriz.

İlâhî adalete inanır mısınız? Ben inanırım, şehremînler Suphi’nin ve Cemil’in hayli uzun yaşamaları sizi müteessir etmesin, onlar sadece bir zihniyetin ve bir hükûmet politikasının icrâsıyla memurdular, yaptıkları irâde-i zâtiyye ile açıklanamaz. Şeflerinin başlarına nelerin geldiğiniyse herkes biliyor, ekâbirin dramatik sonlarında sokak köpeklerine yapılan mezâlimin payı yoktur derseniz, inanın hata edersiniz. Hayvanlara zarar vermek en başta Kur’an’a aykırıdır, Resûl-i Ekrem de “Kim bir hayvanı haksız yere öldürürse, bilin ki Allah Teâlâ kıyamet gününde ondan hesap soracaktır” diyerek ashabı uyarmıştı. Yetmedi mi, Buhârî’ye, Ebû Davûd’a ve Tirmizî’ye de bakabilirsiniz. Az kalsın unutuyordum, hayvanlara karşı işlenen suçları sadece İttihatçıların sırtlarına yüklemeyelim, ‘56’nın İstanbul Belediyesi son yedi yıl içinde 141.713 köpeği ve 1.639 kediyi itlâf ettiklerini açıklamıştı, yani mütedeyyin kitlenin oylarıyla iktidarda olan Demokrat Parti dönemidir, belediye reisimizse sıkı İnönücülerden sayılan mini mini Fahrettin Kerim’di.

Şimdi sizi Kazancı Yokuşu’nun başındaki altı katlı ve otuz iki odalı bir konağa götüreceğim. Bahçesindeki gülleriyle ve tenis kortuyla dillere destan olan bu konağı semt ve edebiyat tarihçilerimiz hep ıskalıyor, inanır mısınız o konak Çelik Gülersoy’un “Taksim” kitabında bile yok. Oysa, Camekân Tevfik’in konağına takılanlara bir bakın: İbnülemin Mahmud Kemal, Fuad Köprülü, Yahya Kemal, Mükrimin Halil Yinanç, Adnan Adıvar, Mes’ud Cemil, Peyami Safa, Sadrettin Celal Antel ve Sabri Esat Siyavuşgil aklıma gelen ilk isimler. Biz konağın sâhibine Camekân Tevfik diyoruz da, kendisi zât-ı âlîşân münevverlerimizden Tevfik Remzi Kazancıgil’dir. Konağın birinci katı Tevfik Remzi Bey’in kitaplarına ayrılmıştır, net yüz elli metre kadar olduğu söylenen bu kat otuz binden fazla kitapla tıklım tıkıştır. Tevfik Remzi Bey, Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ve Rumca okuyup yazabilen biridir, ülkemizde jinekolijinin kurucu babalarından olmasına karşın, asıl ilgi alanları, edebiyat, tarih, sosyoloji, felsefe ve mûsikîdir. Bildiğim kadarıyla yıllar boyunca her Perşembe günü konakta bir mahfil toplanmış, orada siyaset konuşulduğuysa pek işitilmemiştir. Belki de bu yüzden ara sıra zevci Adnan Bey ile birlikte konağa gelen Halide Edip Hanım’ın kimseyle sohbet etmeyip, kös kös oturduğu anımsanıyor. Anlaşılan, mahfildekiler Tevfik Remzi Bey’den biraz da çekiniyorlarmış, kavga kaşağısı Peyami Safa’nın solcu Sadrettin Celal’e sataşmadan sohbetlerde bulunması olacak şey değildir, ama üstadın mahdumu Aykut Kazancıgil hocamız da onu konakta hep süt dökmüş kediden farksız görmüştür. Aykut Kazancıgil’in doğup büyüdüğü konak bugün yok, kendisine eski Türkçe dersleri veren Mükrimin Halil Yinanç bizlerden ayrıldığında doğanlarsa artık yaşlı sınıfındalar. Halide Edip zevcini inlete inlete dünya değiştirdi, zavallı Adnan Bey şimdi kabrinde semer devirmekle meşgul. Bir daha şehr-i İstanbul’a İbnülemin Mahmud Kemal ve Fuad Köprülü parıltısında adamların gelmeyeceği kesin, Peyami Safa da matbûattaki alâmet-i fârikası sayılan hırçınlığını bırakıp ‘61 yılında oğlu Merve’nin yanında uykuya yattı. Mes’ud Cemil’in yukarıda bir yerlerde pederi Tanbûrî Cemil Bey ile birlikte kedi beslediğinden eminim, Yahya Kemal’i ise rüyâlarımda hep elinde kocaman bir bavulla Celile Hanım’ın peşinden yürürken görüyorum: Maalesef bu yazı da burada biter ve ben Suâdiye’ye çekip giderim, kalbimde ekalliyetin semt-i dildarının sokak köpekleri, ceketimin cebindeyse Yahya Kemal’in şiirleri...

YORUMLAR (8)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
8 Yorum