Bizi esas ilgilendiren çarpık ilişkiler…
Önceki gün Tel Aviv ve Şam’da aynı gün iki ayrı zirve oldu.
Komplo teorisi, Yeni Osmanlıcılık ya da emperyal paranoya değil: İki zirve birbirine dönük meydan okumalardı.
Tel Aviv’de Netanyahu, Yunanistan Başbakanı Miçotakis ve Güney Kıbrıs devlet başkanı Christodoulides ile buluştu.
Filistin dostu sol hareketlerin ve partilerin her zaman güçlü olduğu Yunanistan ve Kıbrıs’ı soykırımla yargılanan İsrail ve Başbakanı Netanyahu ile bir karede buluşturan iki güç oldu:
Leviathan ve Türkiye.
Ama bu Leviathan Tevrat’ta geçen mitolojik deniz canavarı ya da Hobbes’un kudretli iktidarı değil. İsrail açıklarında bulunan 620 milyar metreküplük dev doğalgaz rezervinin adı.
İsrail bu rezervin bir kısmını Mısır’la paylaşacak. Bir kısmını ise Kıbrıs ve Yunanistan üzerinden denizden Avrupa’ya taşıyacak.
EastMed deniyor bu projeye. Aslında en kestirme yol bu değil. Pratik olan doğalgazın hemen yakınlarındaki Ceyhan’a taşınması ve zaten var olan boru hatları üzerinden Avrupa’ya satılması.
Ama İsrail-Türkiye ilişkileri buna engel. Türkiye, projenin kendi kıta sahanlığının ihlali olduğunu söylüyor.
Yani esas olarak bu üç ülkeyi bir araya getiren Türkiye oldu.
Zaten Netanyahu da iki misafirinin yanında basın toplantısında isim vermeden Türkiye’yi hedef aldı:
“Üçümüz de atalarımızın yurtlarındaki tarihimizle gurur duyarken, geleceği kararlılıkla kucaklıyoruz. Doğrudur; ülkelerimizin her biri geçmişte, art arda gelen imparatorluklar tarafından fethedildi. Ancak cesaret ve fedakârlık sayesinde modern çağda bağımsızlığımızı kazandık. Yunanistan 195 yıl önce; İsrail 78 yıl önce; Kıbrıs ise 65 yıl önce.
Topraklarımız üzerinde yeniden imparatorluklar kurabileceklerini, hâkimiyetlerini geri getirebileceklerini hayal edenlere şunu söylüyorum: Unutun bunu. Böyle bir şey olmayacak. Aklınızdan bile geçirmeyin. Kendimizi savunmaya kararlıyız ve bunu yapabilecek güce sahibiz; aramızdaki iş birliği de bu kapasiteyi daha da güçlendiriyor. Doğu Akdeniz’de üç gerçek demokrasi olarak birlikte güvenliği, refahı ve özgürlüğü ilerleteceğiz.”
Tabii ki kastettiği imparatorluk Roma değil. Bu cümlelerin hepsinin hedefi Türkiye.
Ama esas olarak İsrail’i Türkiye’nin yayılmacı görmesinin sebebi Kıbrıs ve Yunanistan ile sorunlu ilişkileri değil, Suriye’de olanlar ve Türkiye’nin Suriye’deki ağırlığı.
Netanyahu’ya yakın sağcı İsrail medyasında bunu önceki gün çok daha açık ifade eden haberler ve yorumlar yayınlandı.
Jerusalem Post, yayımladığı analizde Türkiye’yi, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’i tehdit ettiği ileri sürülen yedi cepheye ek olarak “sekizinci ve en tehlikeli cephe” olarak tanımladı:
“7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’in siyasi ve askerî liderliği, ülkenin yedi farklı cepheden tehdit edildiğini söylüyor. Ancak adım adım ve istikrarlı biçimde, diğerlerinden birçok açıdan daha tehlikeli olan sekizinci bir cephe oluşuyor.
Bu, Türk cephesidir. Yaklaşık 23 yıl öncesine kadar İsrail’in en büyük dostlarından biri olan Türkiye, Erdoğan’ın iktidara gelmesinden bu yana gerçek bir düşmana dönüşmüştür.
Türkiye’nin İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’a yönelik meydan okuyucu ve tehditkâr yaklaşımını açıklayan temel faktörler; dinî bakış açısı, milliyetçi bakış açısı ve megalomanisidir.
Türkiye, bugün hâlâ geçerli olan sınırlara çekilmek zorunda bırakılmıştır. Ancak bu sınırlara çekilmesi, bu kararı kabul ettiği anlamına gelmemektedir.
1923’te bize dayatılan sınırları kabul etmiyoruz. Türkiye’nin doğal sınırları en az üç yerde genişlemelidir: güney sınırı, Ege Denizi ve Kıbrıs.
Son iki yılda, Türkiye’nin İsrail’e yönelik düşmanca tutumunda bir radikalleşme olduğu açıkça görülmektedir; bu radikalleşme aynı zamanda İsrail’le askerî bir çatışmaya yönelme isteğini de yansıtmaktadır.
Türkiye’nin büyük ve yüksek nitelikli bir donanması vardır ve İsrail’e saldırmaya karar verirse, İsrail’e karşı bir deniz ablukası oluşturma kapasitesine kesinlikle sahiptir.
İsrail, Suriye semalarında Türkiye ile sınırlı bir askerî çatışmanın içinde bulabilir kendini; çünkü İsrail, Suriye’nin güneyinin tamamındaki hava kontrolünden vazgeçemez.”
Yüksek tirajlı Israel Hayom ise Türkiye’yi “İsrail’in bir sonraki büyük stratejik tehdidi” olarak tanımladı:
“Türkiye, özellikle Suriye’de artan askerî ve siyasi etkisi üzerinden, İsrail’in bir sonraki büyük stratejik tehdidi olarak ortaya çıkmaktadır.
İsrailli güvenlik yetkilileri, Türkiye’nin Suriye’deki yerleşik varlığının İsrail’in hareket serbestisiyle doğrudan sürtüşme yaratabileceği uyarısında bulunuyor.
Ankara artık kendini yalnızca sert söylemlerle sınırlamıyor. Bölgesel duruşu, giderek artan biçimde güç kullanmaya hazır olduğunu yansıtıyor”
Keshet 12’de çıkan İsrail devlet yetkilileri kaynaklı güvenlik değerlendirmelerine göre ise İsrail yönetimi, Türkiye’nin Suriye’deki faaliyetlerini yakından izliyor ve “kırmızı çizgilerin” aşılması hâlinde hızlı biçimde harekete geçmeye hazırlanıyor.
Bu analizlerin kaynağının Netanyahu hükümeti olduğu açık.
Peki, Tel Aviv’de bu zirvede bu sözler edilirken Şam’da kim vardı?
Şam’da Şara’nın Türkiye’den üç misafiri vardı: Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanı İbrahim Kalın ve Savunma Bakanı Yaşar Güler.
Üçü farklı zamanlarda Şam’da gitmişlerdi ama bu kez böyle bir çıkarma yaptılar.
Tam da Tel Aviv’deki üçlü zirveye cevap olarak.
Hakan Fidan, mevkidaşı Şeybani ile yaptığı basın toplantısında açıktan İsrail’e, SDG ve Şam ile ilişkileri üzerinden mesajlar verdi:
“İsrail ile Suriye arasındaki görüşmelerin sonuca ulaşmasını Türkiye olarak istiyoruz. Bu bölgenin istikrarı için Suriye’nin istikrarı için fevkalade önemli. İsrail’in yayılmacı politikalar izlemek yerine bölgedeki ülkelerle karşılıklı uzlaşıya dayanan bir anlaşmaya varması, anlayış birliği içinde olması bölgenin istikrarına ve küresel güvenliğe katkı yapacak bir husus. “SDG’nin Suriye yönetimine entegre olması istikrar için çok önemli. SDG’nin entegrasyonu herkesin lehine olacak şekilde gelişmeli. SDG’nin çok fazla ilerleme kaydetmeye niyeti olmadığını görüyoruz. SDG’nin belli faaliyetlerini İsrail ile koordinasyon içinde yürütüyor olması, aslında Şam ile yürütülen görüşmelerde de şu anda büyük bir engel.”
SDG’yi İsrail ile koordinasyon içinde hareket etmek ve Şam’la 10 Mart Mutabakatına bu nedenle uymamakla suçlayan kişi önyargılı bir uzman ya da bir gazeteci değil. Konuşan eski MİT Başkanı ve Dışişleri Bakanı.
O zaman bu sözlere sadece “Hakan Fidan’ın tehditleri” gibi bakamayız.
Fidan’ın süreç ve Suriye ile ilgili dili Kürtleri çok rahatsız ediyor. PKK ve Öcalan ile ilk ciddi müzakereleri yürütmüş bir ismin tabiri caizse sürekli negatif basması öfkeye neden oluyor.
İşi ilk Kürt MİT Başkanı’nı Kürt karşıtlığıyla suçlamaya kadar vardıranlar var.
Evet karşımızda hakkında çok fazla siyasi öngörü, dedikodu olsa da henüz siyasetçiliği devlet adamlığı kadar güçlü olmayan biri var.
Ama ya doğrudan bu suçlamaları bir bilgiye dayanıyorsa?
Ya SDG gerçekten sahada ABD’nin pozisyon değiştirmesi ve İran’ın bölgeyi terk etmesiyle kendi aleyhine dönen güç dengesinde Türkiye ve Şam’ı ikisiyle de problemli İsrail’le dengelemeye çalışıyorsa?
Kürtler bu tezden hoşlanmıyor. Çünkü bu Türk ve Arap milliyetçilerinin Kürtleri dış güçlerle işbirliği içinde hareket eden hainler suçlamasıyla akraba bir iddia.
Abartılı yorumları da dolaşımda.
Ama bu tamamen bir paranoya olduğunu göstermiyor.
Özellikle de karşımızda böyle işbirliklerinde her zaman pragmatik olmuş, her zaman maksimalist davranmış ve daha iyi fırsatlarda gözü kalmış bir örgüt varsa.
Nitekim Hakan Fidan’ın Şam’da SDG’yi İsrail ile koordinasyon içinde hareket etmekle suçlamasından bir gün sonra Washington Post gazetesinde istihbarat kaynaklı olduğu açık uzun bir haber yayınlandı.
“İsrail, Suriye’deki gizli faaliyetleriyle yeni hükümeti nasıl engellemeye çalışıyor?” başlıklı haberde İsrail’in Suriye’deki grupları kullanarak Şara hükümetine karşı yürüttüğü istihbari ve askeri operasyonların tüm ayrıntıları var.
Özellikle de İsrail’in Dürzileri nasıl silahlandırdığı, milislerine maaş verdiği, Dürzi askeri konseyini bizzat nasıl oluşturduğu anlatılıyor ama bu anlatırken SDG-İsrail ilişkilerini ifşa ediyor haber:
“İsrail, Şara’ya şüpheyle yaklaşıyor; onun yönetimine karşı duran milislere silah, istihbarat ve para sağladı. İki Dürzi yetkiliye göre İsrailliler ayrıca yaklaşık 3.000 Dürzi milise aylık 100 ila 200 dolar arasında ödeme yapıyor. Eski İsrailli yetkili ile Suriye’deki iki Dürzi komutana göre, SDG tarafından Dürzi Askeri Konseyi’ne yarım milyon dolara varan bir meblağ aktarıldı. Dürzi davasına destek amacıyla SDG, kuzey Suriye’deki Kürt bölgelerinde Suriyeli Dürzileri kadınlar dâhil eğitti. Bu ilişkinin günümüze kadar sürdüğü eski bir İsrailli yetkili tarafından doğrulandı. Bir Suriyeli Dürzi milis lideri, ayrıca İsrail’den keskin nişancı tüfekleri, gece görüş ekipmanları ve 14 mm ile 23 mm’lik ağır makineli tüfekler için mühimmat aldıklarını anlattı. Süveyda’daki iki Dürzi milis komutanına göre, bazı Dürzi liderler Kürt muhatapları aracılığıyla tanksavar füzeleri ve İsrail uydularından elde edilen muharebe görüntülerine de erişti”
Cumhuriyetçilere yakın Washington Post’un bu ayrıntılı suriye’de İsrail’i ifşa haberi tabii sebepsiz değil.
İsrail’in Türkiye’nin Suriye’deki rolünden ve ağırlığından duyduğu rahatsızlık aleni artık. Ama ABD’nin Suriye’ye desteğinden de rahatsız Netanyahu. Sezar Yaptırımları’nın tümden kaldırılmaması için Trump’a lobi yaptıkları ama Trump’ın bunu reddettiği geçen hafta ABD ve İsrail medyasında yazıldı.
Şam’ı defalarca vurdu İsrail. İsrail, Şam’dan Suriye’den elini çekmek için ağır güvenceler istiyor. Muhtemelen Şam, 1967’den beri zaten elinde olmayan Golan Tepeleri’nden vazgeçecek. Ama İsrail bununla da yetinmeyebilir. Güneyin tamamen silahsızlanmasını, Türkiye’nin askeri olarak Suriye’de bulunmamasını da istiyor.
Tam SDG ile Şam mutabakatında görüşmeler sürerken Deraa’da İsrail askeri olarak ilerleyip, kendine kontrol noktaları oluşturdu.
Tabii bu arada IŞİD yeniden dirilip, üç ABD askerini öldürdü. Ama o saldırı tam tersi bir etkiye neden oldu, Trump-Şara ittifakını güçlendirdi. Artık ABD için Suriye’de IŞİD’le mücadelede müttefik Şam. Hatta iki gün önce bu konuda New York Times gibi Suriyeli Kürtler konusunda hassas bir gazetede çıkan analizde SDG’nin adı bir kere bile geçmedi.
Ortada çok açık bir gerçek var: Şu anda Suriye’de Türkiye ve İsrail arasında bir soğuk savaş yaşanıyor.
SDG-Şam ilişkisi bu soğuk savaşın ortasındaki en sıcak ve çatışmalı konu.
En son Fidan-Kalın-Güler Şam’dayken bir anda Halep’te SDG ile Şam yönetimi güçleri arasında çatışmalar çıktı.
Türkiye ve İsrail arasında Suriye’deki bu soğuk savaşın sıcak savaşa dönmesinin önündeki tek engel ise ABD.
Peki böyle bir soğuk savaşta SDG ne yapar? Ya da İsrail, Türkiye’yi sıkıştırmak için SDG kartını kullanmak istemez mi? Şam ve SDG mutabakatını ister mi?
Bu sorular artık eldeki verilere göre meşru sorular.
Açık ki burada artık SDG’nin bir tercih yapması gerekiyor.
Ya risklerini de alıp Türkiye ve Şam’la anlaşacak ya da bu iki ülkeyle gerilim içinde ne vereceği belirsiz İsrail’le koordinasyon içinde olacak?
Bu kadar açık bir tercih anı bu.
İçeride çözüm süreci hızlanırken, yasa tasarısı Ocak ayında Meclis’in önüne gelmeye hazırlanırken, PKK yeni adımlar atmaya hazırlanırken her şey bu cevabı bekliyor.
Peki birlik ve beraberliğe uzun süreden sonra sahiden ihtiyacı olan Türkiye ne bekliyor?
Ela Rümeysa Cebeci’nin itirafçı olup olmayacağını ve Sadettin Saran’ın test sonucunu.
