Hatay Valisi istifa edecek mi?
Türkiye Cumhuriyeti ordusu, Kore, Kıbrıs savaşları ve Refah Gemisi faciasından sonra son 46 yılda tek bir saldırıda en büyük kaybını 27 Şubat 2020 akşamı verdi.
Ama bundan beş yıl öncesine kadar adını çok az kişinin duyduğu İdlib’de 33 askerimiz neden şehit oldu sorusunun pek çok insanın kafasında hala bir cevabı yok.
Çünkü İdlib ertelene ertelene, görmezden geline geline adım adım kangren olmuş bir mesele.
Takvimleri 9 Ağustos 2016 gününden başlatmak gerek.
O gün, Kasım 2015’de Rus uçağının düşürülmesinden sonra kopan Türkiye-Rusya ilişkileri St. Petersbourg’da Putin-Erdoğan zirvesiyle yeniden kuruldu.
Gazeteler bu buluşmayı çoşkulu manşetlerle karşılamışlardı:
“Eskisinden daha güçlü”, “ Dostluk hattı kuruldu”, “Nerede kalmıştık”
Sanki bir kaç ay öncesine kadar Rus Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı, basın toplantısı düzenleyip doğrudan Cumhurbaşkanı ve ailesini hedef alan suçlamalarda bulunmamış, Rus turistlerin Türkiye’ye gelişi durdurulmamış, sebze-meyve ihracatı kesilmemiş, PYD’ye Moskova’da büro açtırılmamış gibi temkinsiz yepyeni bir sayfa açıldı.
O kadar ki 15 Temmuz darbesinde Erdoğan’ın uçağını Rus uçaklarının koruduğu, darbeyi Putin’in önceden Ankara’ya bildirdiği bile yazıldı.
Türkiye ve Rusya arasındaki bu yeni baharın Suriye’ye ilk yansıması Esad, Rusya ve İran güçlerinin Halep’i ele geçirmesinden sonra yaşandı.
Halep’in düşmesi muhaliflerin artık savaşı kaybettiğini gösteriyordu.
O günlerde Doğu Halep’te sıkışmış silahlı muhalifler ve aileleri, Erdoğan ve Putin arasındaki görüşmeler sonucunda açılan koridorla İdlib’e taşındılar.
Yine gazeteler bu anlaşmayı övgüyle vermişler, Türkiye’nin bir katliamı engellediğini, umut koridoru açtığını yazmışlardı.
Ama o tebrikler içerisinde çok az kişinin dikkatini neden silahlı muhaliflerin İdlib’e doğru gönderildiği çekmişti.
İdlib, Rusya ve Şam için ele geçirilen şehirlerde sıkışmış “teröristlerin” sürüldüğü bir “terörist” toplanma havuzuydu. Sonunda sıranın oraya da geleceği en baştan belliydi.
Türkiye, işin bu kısmıyla pek ilgilenmedi.
Muhaliflerin artık Suriye’de kaybettiğinin anlaşılması, ABD’nin Suriye’ye sırtını dönmesi ve Ankara’nın Suriye’deki önceliğinin artık sadece bir Kürt koridoru kurulmasını engellemek olmasıyla Türkiye, Suriye’de Rusya ve İran’la birlikte Astana süreçlerine dahil oldu.
Astana süreci de Türkiye’nin Suriye’de hala masada olduğu, yeni Suriye’de kazananlar ve karar vericiler arasında yer aldığı gibi heyecanla karşılandı.
Halbuki Türkiye Suriye’de masada kalmak için bu Astana zirvelerinde Rusya ve İran’a sözler vermeye başlamıştı.
Mayıs 2017’deki Astana Zirvesi’nde varılan Astana Anlaşması’nda İdlib’in de içinde olduğu bazı bölgeler “güvenli bölge” ilan edilmiş, bu bölgelerde terör örgütleriyle mücadele kararları alınmıştı.
Zirvenin ardından Erdoğan ile Putin Soçi’de bir araya gelmiş ve İdlib konusunda anlaşmışlardı. O anlaşma da o günlerde Türkiye’de gazetelerin manşetlerinden büyük bir heyecanla karşılandı:
“Çatışmasızlık mutabakatı”, “İdlib çatışmasızlık bölgesi ilan edildi: Harita üzerinde müzakere”, “Rusya ile büyük ortaklık”, “Rusya ile tam mutabakat”.
Ama bu da İdlib’teki meseleyi çözmedi.
Bir yıl sonra Eylül 2018’de yine Soçi’de bir kez daha Erdoğan ve Putin bir araya geldiler ve bugünlerde çok bahsedilen Soçi Mutabakatı’nı imzaladılar.
Mutabakatla, bugün Türk askerinin İdlib’deki mevcudiyetini sağlayan İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesi kuruldu. Gazetelerde bu anlaşma da manşetlerden verildi:
“Silahsız çözüm”, “Silahlara veda”, “İdlib’de kansız çözüm”, “Erdoğan Soçi’de Türkiye’nin taleplerini kabul ettirdi”, “İdlib’de silahsız bölge kararı”, “İdlib krizi çözüldü”, “İdlib güvende”
Ama masada verilen sözler yine bu dev manşetlerin gölgesinde kalmıştı.
Türkiye Rusya’ya, askeri gözlem noktalarıyla İdlib’ten terörist grupları çıkaracağı, silahlı grupların ağır silahlarını toplayacağını, muhaliflerin elindeki Şam’ı Halep’e bağlayan M4-M5 karayollarının güvenliğini sağlayıp trafiğe açacağını vaat etmişti.
Sonra Temmuz 2019’da Rusya ile ilişkiler yeni bir evreye geçti; S-400’ler geldi. Türkiye’nin artık NATO’nun boyunduruğundan çıktığı, emperyalist Batı’ya ihtiyaç duymadığı, bağımsızlığını kazandığı, Amerika’ya rest çektiği gibi iddialı sözler havalarda uçuştu.
Türkiye’nin S-400’leri alması NATO ve ABD ile ilişkilerinde radikal bir kopuşa neden oldu. Medyada, siyasette yine bir zafer havası vardı. Hem hükümete yakın hem ulusalcı gazeteler bunu manşetlerinden kutladılar:
“S400 ile daha güvenli Türkiye”, “Tehditlere boyun eğmedik”, “Düşman endişelensin”, “Yes- 400”
Yine o günlerde bu ulusalcı-İslamcı anti-Amerikan ittifakına karşı itiraz edenlerin sesi duyulmadı. Yüksek sesle itiraz edenlere Amerikancı muamelesi yapıldı Türkiye, S400’leri alınca, en başından beri yapım sürecinin parçası olduğu, S400’lere yakalanmamak için geliştirilmiş F35 projesinden çıkmış oldu, büyük bir imkanı kaçırdı.
Sonra Ekim 2019’da ABD ile YPG konusunda gerilen ilişkiler, ortak devriyelerin yapıldığı mutabakatı bozdu ve Türkiye, Barış Pınarı Harekatı’na başladı.
O günlerde de bu harekata itiraz etmek vatana ihanetle eş tutuldu, savaş yerine diplomasi önerenler kriminalize edildi. “Bu İslam’ın son ordusudur” hamaseti makul sesleri yine bastırdı.
Sonunda harekatın beşinci gününde Türkiye’nin baskısıyla Trump Suriye’den çekilme kararı aldı. Bu karar büyük bir zafer olarak kutlandı. Böylece Türkiye, Suriye’de Rusya ile baş başa kalmış oldu. ABD’nin çekildiği yerlere Ruslar ve Esad yerleşti. YPG’nin hamiliği Rusya’ya geçti.
Yine bu zirve YPG’nin bölgeden çekilmesi, ortak devriye kararları nedeniyle “Tarihi mutabakat”, “Türkiye tezlerini Rusya’ya kabul ettirdi”, “Terörü temizleme mutabakatı” gibi iddialı sözlerle gazete manşetlerinden duyuruldu.
İktidar yakın think tankin dergisi “Türkiye’nin Zaferi” manşetli bir kapakla çıkmış, dergide “Suriye’de denklemi değiştirdi. Türkiye’yi Rusya’dan sonra en etkili aktör haline getirdi. Rus medyası Türkiye’ye hayran, Rusya ve Türkiye yeni bir bölgesel düzen kuruyor” gibi iddialı analizlere yer verilmişti.
Ama Türkiye’ye YPG ile ilgili istedikleri verilirken hem Putin hem Lavrov İdlib’de Türkiye’den beklediklerini tekrar hatırlatmışlardı.
Ana bu kısmı yine Türkiye’deki hararetli kutlamalarda görünmedi.
Türkiye’nin büyüyen bu soruna karşı görmezlikten gelme, erteleme yaklaşımı aylarca devam etti.
Aylardır da Rusya Türkiye’yi İdlib meselesiyle ilgili tehdit ediyor, uyarıyor, sözlerini tutmasını istiyor. Bu arada neredeyse herkesi terörist olarak gördükleri İdlib’i bombalamaya devam ettiler. Muhalifler de son direniş noktalarında teslim olmaya yanaşmadı, bu yüzden çatışmalar sürdü.
Saldırılar yüzünden Türkiye’ye doğru akan mülteci dalgasını durdurmak için Türkiye, hava desteği olmadan, Rusya’nın saldırmayacağına güvenerek Suriye’ye sekiz bin asker yığdı.
Bu kez Rusya, sözlü uyarıları bırakıp “ben yapmadım Suriye yaptı” diyerek oradaki Türk askerlerine yönelik saldırılara girişti, mesajını mafyöz yöntemlerle vermeye başladı. Dün geceye kadar zaten 16 asker çeşitli hava saldırılarında şehit edilmişlerdi.
Ve göstere göstere önceki akşamki kahredici olaya gelindi.
Esad’ın Rusya’dan habersiz ve izinsiz kuş bile uçuramadığı, savaş uçaklarının çoğunun pilot kabininde Rusların olduğu Suriye’de, Türkiye’nin 59’uncu Zırhlı Tugayı’nın bulunduğu mevzilerin savaş uçaklarıyla vurulmasının arkasında Rusya’nın olmadığına ancak bazı Rusçu gazeteciler ve uzmanlar inanır.
Peki Türkiye tarihinin son 46 yılda tek olayda yaşadığı bu en büyük askeri kaybından sonra ne oldu.
Önce inkar edildi. Dedikodular artınca Türkiye’nin operasyonlarında öldürülen Suriyeli rejim askeri sayıları medyaya servis edildi. Ardından internet yavaşlatıldı, sosyal medya ağlarının fişleri çekildi ve peyderpey şehit sayıları açıklandı..
Ertesi gün, dört yıldır Türkiye ve Rusya yeni bir dünya kuruyor havasındaki gazeteler kalleşli-alçaklı başlıklarla çıktılar.
Ruslar ise bir taziye bile dilemeden ‘Türk ordusu teröristlerle birlikteydi, olması gerektiği yerde değildi, biz vurmadık’ açıklamaları yaptılar.
Ama sonra tarih yine tekerrür etti.
Erdoğan Putin’i aradı, Ankara’da Rus heyetiyle görüşmeler yapıldı, Dışişleri Rusya’dan ateşkesi sağlamasını istedi. Ve günün sonunda 33 askeri şehit edilmesinin üzerinden daha 24 saat geçmeden Rusya ile yeni bir mutabakat zemini bulundu, Putin’den yeni bir zirve için randevu alındı.
Rusya’ya kesilmeyen fatura ise Türkiye’ye İdlib’te destek vermediği için Avrupa’ya kesiliverdi.
Mültecilerin kadınlı çocuklu botlara doldurulup, canlı yayınlarda kaçak olarak Yunanistan’a gönderilmesiyle, Avrupalıların endişeye kapılıp İdlib’te Türkiye’ye ister istemez destek vereceği düşünülüyor.
Açık ki Suriye’de, İslamcılıktan sonra Avrasyacılık da büyük bir yenilgiye uğradı.
Ortada Rusya’ya fazla angaje olmak, dostluklarına fazla güvenmek, İdlib’de tutulamayacak büyük vaadlerde bulunmak, diğer Batılı müttefikleri devre dışı bırakıp sahada büyük bir devletle baş başa kalmak, Suriye’de savaşın bittiğini kabul edememek gibi büyük hesap hataları var.
Ama bu hesap hataları için kimse hesap vermek istemiyor. O yüzden bütün dünyanın gözü önünde olan bitenleri, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından gizlemek için sosyal medya yasaklarına başvuruluyor. Halka hesap vermeyi bırakın, bilgi vermek bile istenmiyor. Meclis oturumu da kapalı yapılacak.
Bunca şehide, spekülasyona rağmen kamuoyu önüne çıkıp o gece ne olduğunu, bundan sonra ne olacağını anlatan bir devlet görevlisi çıkmadı. Her gün konuşan siyasetçiler sessizliğe gömüldü.
Bir kişi hariç; Hatay Valisi.
Cumhurbaşkanı, Savunma Bakanı, Dışişleri Bakanı, Genelkurmay Başkanı sessizliğini korurken, halka bilgi verme görevi ona verildi.
Herhalde işler bu kadar iyi giderken her şeyi bozan, herşeyin sorumlusu o olduğu için.
Hava desteği olmadan sekiz bin askeri Suriye’ye sokan, Rusya’nın Türk askerine dokunmayacağına fazlaca güvenen de o olmalı.
Bunca hesap hatasından sonra o koltukta daha fazla oturmaz ve gereğini yapar.
Eğer kısa süreli de olsa internet açılırsa bu istifa haberi halkımızı rahatlatabilir, kafalardaki bundan sonra İdlib’te ne yapacağız, askerlerimiz güvende olacak mı gibi soru işaretlerini giderebilir.