Yanlışlarımız doğrularımızı götürdü
Sağcılık’ dediğimiz şeyin bizi boşluğa düşürdüğü tarihi bir hadiseyi hatırlamakta fayda var.
Evet, erdemi, tutarlılığı çağrıştıran, iyi ki yapmışız diyebileceğimiz bir hatıra değil. Hatta oldukça can sıkıcı.
Ama ibret almak için, bazen ne saçma işlere bulaştırılabileceğimizi bilmek için ne kadar hatırlasak o kadar iyi.
Hani 1969 Şubat’ındaki ‘Kanlı Pazar.’ Solcular Dolmabahçe’de Amerika’nın 6. Filo’sunu protesto ediyor.
‘Bizimkiler’ de solcuları taşlıyor, dövüyor.
Neden?
Çünkü gaza getirildik. Bugün gazetesi yazdı, başka gazeteler yazdı. Komünistler memleketi ele geçiriyordu. Biz buna müsaade etmemeliydik.
Yahu ne işimiz var bizim 6. Filo’yu protesto eden solcularla?
Devlet parmağı var mı bu organizasyonda?
Belli ki var.
Amerika’nın hoşuna gitmiş midir?
Gitmiştir.
Bizim rolümüz ne? Alet olmak. Kullanılmak.
Daha sonraki zamanlarda, eğer vicdanımız varsa, utanmak.
Sağcılığın damarlarımıza zerk edildiği zamanların acı hatırası.
Merhum Nurettin Topçu’nun o günlerde hadisenin vahametini görerek ve oldukça sert bir dille teberri etmesi kıymetlidir.
“Din kardeşlerinin birbirini öldürmesi İslam’da var mıdır?
Onlar, Boğaz’da demirlemiş şerefe kadeh kaldıran sarhoşlarla dolu ve Müslüman Türk çocuklarının birbirlerini boğazladıklarını seyreden Amerikan 6. Filo’sunu savunmak için kardeşlerine saldıracak kadar düşmüştür...”
Bazen, o kadar sert söylemeseydi daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum.
Yürüyenle yürüteni birbirinden ayırsaydı.
Yine de kıymetlidir.
O sağcılık, -iyi ki- 70’li, 80’li senelerde etkili değildi.
İlk gençliklerini 70’lerde idrak eden kuşak sağcı olmadı.
Sağcı değildik de, çok mu mükemmel bir şeydik?
Hayır.
İslam’ın mükemmel olduğunu düşünüyorduk ve onu istiyorduk.
Bu tarafımızla istisnaiydik. Bir bakıma marjinal.
Marjinal ne?
Kenarda, uçta, aykırı.
Güzeldir marjinal. Herkesin olmadığı yerdesin bu yüzden herkesin görmediğini görürsün.
Herkesin seni anlamamasını yadırgamazsın.
İnsanlar sağcı ya da solcuydu. Bir ideolojileri vardı.
Biz iki tarafın da istemediğini istiyorduk ve istediğimiz şey iyiydi, mükemmeldi, bundan emindik.
Elimizde tuttuğumuz zarfın üzerinde ‘İslam’ yazıyordu. Bundan daha güzel bir şey olamazdı.
İçinde ne vardı zarfın? Bilmiyorduk. Birilerinin bildiğini var sayıyorduk.
Biz kimdik ki? Biz ancak isterdik, slogan atardık, yürürdük, koşardık. Zarfın içine bakmak bizim işimiz değildi.
Ama iyi bir tarafımız vardı.
Temizdik. Eğer adımlarımızı doğru atabilseydik, doğru bir yere varabilirdik.
Zarfın içine baksaydık mesela.
İçindeki ‘doğru’nun ne olduğunu anlamaya cehdetseydik.
‘Zora talip olmak’ beylik bir laf olarak ortalıkta dolaşıyordu.
Ama çok az kimse zora talip olmayı bilgiye, irfana, ahlaka, fazilete talip olmak olarak anladı.
Zarfın içine bakmaya bakmaya bugüne kadar geldik.
Sonunda işler öyle karmakarışık oldu ki... İyiyle kötü, doğruyla yanlış, o kadar iç içe girdi ki...
Zarfın içine bakmak, zarfın içindekiyle dışındakini karşılaştırmak, bu o değil, başka bir şey demek, ben bunun için yürümemiştim, gele gele bu tuhaf, bu yabancı diyara geleceğimizi bana söylememiştiniz demek sakıncalı hale geldi.
Suyumuzu artık içemeyeceğimiz, artık abdest de alamayacağımız kadar kirlettik.
Yanlışlarımız, doğrularımızı götürdü.
Attığımız temel öyle şekilsiz, öyle kimliksiz ki üstüne doğru bir şey bina edemeyiz.
Belki biraz zorlarsan sağcılık!
Şimdi biriktirdiğimiz her şeyi bırakıp yeniden başlamaktan başka seçeneğimizin kalmadığı bir noktadayız.