Bu da Nizam-ı Cedid’in Mustafa Reşid’i

Hakan Erdem

Tanzimat’ın Koca Mustafa Reşid Paşa’sı varsa, Nizam-ı Cedid’in de Köse Kethüda Çelebi Mustafa Reşid Efendi’si vardı. Nizam-ı Cedid döneminin pek çok devlet adamı gibi en büyük rütbeleri almadı, vezir ve paşa olmadı, sadrazamlık yapmadı ama III. Selim’in “ikinci hükümetinin” en önemli üyelerinden biri oldu.

Evet, biraz köşeli söylersek III. Selim zamanında bir değil iki Osmanlı hükûmeti vardı. Bir tarafta sadrazam, divan-ı hümâyun ve Babıali bürokrasisi, diğer tarafta, tarihçilerin bazen “iç kabine” veya “mutfak kabinesi” gibi adlar verdiği, resmî olarak gölgede kalan ama çok daha etkili olan bir oluşum. Her ikisi de tabii ki padişaha bağlıydı. Aslında, bu durum çok daha şümullü bir çatlamanın veya ikileşmenin görüntülerinden biriydi. Aynı devletin, biri yeniçeri diğeri de nizam-ı cedid veya “asakir-i şahane”, “cedid asker” gibi isimlerle bilinen iki merkezî ordusu bulunuyordu. Maliye açısından da durum farklı değildi. Nizam-ı Cedid ordusunu desteklemek için kurulan İrad-ı Cedid defterdarlığı ve hazinesi bir tarafta, eski defterdarlık ve hazine de diğer taraftaydı. Bu çatlamaya bir de coğrafî boyut da katmak istiyorsak o zaman, nizam-ı cedid ordusunun Levent- Maslak’taki kışla hariç Rumeli topraklarında hiçbir zaman kurulamadığını not etmeliyiz. Dolayısıyla hadisenin tek başına ordu ve hükûmet boyutlarının daha ötesinde olduğu da söylenebilir. Bu manzarayı açıklayabilmek açısından bendeniz de zamanında III. Selim için “iki devletli sultan” nitelemesini kullanmıştım.

Mustafa Reşid’in III. Selim dönemi ricali arasında ayrıcalıklı bir konumu vardır. Evvela, bu ricalden olup da Kabakçı Vakası sırasında İstanbul’da bulunduğu hâlde isyancıların kellesini istemedikleri tek kişidir. IV. Mustafa’nın kısa süren saltanatı sırasında devlet görevlerinde bulunması kendisine karşı güçlü düşmanlıkların gelişmediğine işaret ediyor. Alemdar Mustafa Paşa’nın tahakküm günlerinde de başına bir şey gelmemiş ve II. Mahmud döneminde önemli görevler üstlenmiştir. Kadı Abdurrahman Paşa ve Ramiz Paşa gibi bir kısım Nizam-ı Cedid ricalinin, Kabakçı Vakası sırasında değil, izleyen hadiselerde hayatlarını kaybettikleri düşünülürse Mustafa Reşid’e, Nizam-ı Cedid kadrolarından olup da yatağında ölmüş tek kişi de diyebiliriz.

Mustafa Reşid, eniştesi Yağlıkçızâde Emin Paşa’nın himayesiyle bürokrasi içinde yükseldi. 1768 / 69’da hacegânlık alarak İstanbul mukataacısı oldu. Üç kez sadrazam kethüdasının kâtipliğini yaptı. I. Abdülhamid döneminde ayrıca “süratçiler nazırı” oldu. 1785’te mühendishane nazırlığına getirildi.1787’de, Koca Yusuf Paşa, Ruslara karşı sefere çıktığında yeniçeri kâtibiydi. Ocak- Şubat 1790’da onun kethüdası, yani sadrazam kethüdası oldu ki bu görev 1836’da modern anlamıyla ilk bakanlıklar kurulduğunda dâhiliye nezaretine dönüşmüş, çok önemli bir görevdi. Bu görevde çok kalmadı, 29 Mayıs 1790’da azledildi fakat bu, onun gerçekten de itibardan düştüğü anlamına gelmiyordu. Ordudaki asıl kethüdalıktan azledildi ama başkente çağrılarak “rikâb-ı hümâyun kethüdası” yapıldı yani aynı görevin III. Selim’in nezdindeki vekili oldu! 12 Mayıs 1791’de de İstanbul’dan azledildi ve orduya giderek yeniden sadaret kethüdası oldu.

Mustafa Reşid’in, ordu ve saray arasında adeta mekik dokumasına yani salt bu trafiğe bakarak bile onun her iki taraf arasında ciddî bir bağ teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Bunun konumuz açısından önemi ise aşikârdır şöyle ki Mustafa Reşid, 1791’in Ağustos- Eylül’ünde Selim, lâyihaların yazılmasını istediğinde, İstanbul’dan gelmiş, oradaki tartışmalara katılmış, padişahın ve diğerlerinin ne yapmak istediği hususunda fikir sahibi olmuş bir hâldeydi. Hem ordunun, hem de başkentin durumunu çok yakından ve içeriden biliyordu. Dolayısıyla onun lâyihasını bu gözle okumak gerektiği kanaatindeyim. 13 Eylül 1792’ye kadar bu önemli görevde kaldı. Sonrasında da çok boşta kalmadı. 24 Nisan 1793’te “talimli asker nazırı” ve “İrad-ı Cedid Defterdarı” olarak Nizam-ı Cedid yönetiminin iki çok önemli görevini birden üstlendi. Daha sonra, 13 Nisan 1799’da başdefterdar oldu ve 24 Temmuz 1800’de bir kez daha rikâb-ı hümâyun kethüdalığına getirilinceye kadar o görevde kaldı. 11 Haziran 1805- 16 Kasım 1806 tarihleri arasında bir kez daha başdefterdarlık yaptı. Bu anlamda Selim’in eski ve yeni hükûmetleri arasında kolaylıkla gidip gelebildiğini de ileri sürebiliriz.

Çelebi Mustafa Reşid, Mayıs- Haziran 1806’da “umur-ı bahriye nazırı” unvanıyla tersane eminliğine getirildi. Ordunun Rus seferine çıkmasıyla rikâb-ı hümâyunda kethüda oldu. Eylül 1807’de, Kabakçı Vakasından sonra Akdeniz Boğazı nazırlığına getirildiğine bakılırsa, bir saltanattan diğerine bu kadar sert bir geçiş olduğunda bile hâlâ devlet hizmetinde bulunabiliyordu. Nitekim II. Mahmud zamanında da, Kasım 1809’da nişancı, 12 Haziran 1811’de de darphane nazırı oldu. 1813’te tophane nazırlığına getirildi. Artık çok yaşlıydı. 1816’da rakibi Gizli Sıtma İbrahim Efendi gibi o da hacı oldu. 1819’da da vefat etti.

Mustafa Reşid’in lâyihası da tam metin olarak elimizde bulunmayan lâyihalardandır. Dolayısıyla imparatorluğun geneli hakkındaki görüşlerini tam olarak bilmiyoruz. Fakat bu görüşlerden hiç değilse bazılarının, şaşırtıcı bir şekilde askerî konularda yapılan özete girdiğini söyleyebiliriz. Rumeli’nin yeni kurulacak bir ordu eliyle fethedilmesi, durumu düzelen reayanın daha fazla vergi vereceği, böyle bir “irâd-ı cedid” hâsıl oldukça daha fazla asker toplanabileceği yolundaki bazı görüşlerini zaten gördük. Şimdi bir lâyiha yazarı düşünelim ki lâyihasından alıntı yapılan birkaç sayfada, irâd-ı cedid’ten bahsetsin, yeniden kanun yapmak gerektiğini söyleyip “Devlet-i âliyye nizâm-ı cedide muhtaçtır” desin ve dahası toplanacak askerin “tanzim-i bilâd” için olacağını vurgulasın. Hatta aşağıda göreceğiz, “tanzimat-ı mülkiyye” desin. Henüz, Nizam-ı Cedid dönemi başlamadan önce, o dönemin terminolojisini kullanmasını nasıl açıklamalıyız acaba? Eğer ona bir kâhinlik vasfı atfetmeyeceksek, ihtimaller çok değil. Ya, Mustafa Reşid’in lâyihasındaki terminoloji onun önerilerinin kabul görmesiyle uygulamaya taşındı ya da o, lâyihasını kaleme aldığı esnada, padişahın ve yakınındakilerin ne istediğini biliyor ve İstanbul’daki tartışmalarda kullanılan terimlere aşina bulunuyordu. Ayrıca, rikâb kethüdası olarak başkentte bulunduğu sırada kendisinin de bu tartışmalara katılabileceğini düşünürsek bu iki ihtimalin birbirini dışlamak durumunda olmadığını da söyleyelim. Başka bir deyişle, Köse Kethüda, İstanbul’da tebellür etmeye başlayan devlet görüşünden hem haberdar olabilir hem de bunun şekillenmesine katkıda bulunmuş olabilirdi.

Mustafa Reşid’in, sadece kendi günündeki Osmanlı İmparatorluğu hakkında değil, Osmanlı tarihi hakkında da ilginç görüşleri bulunduğunu görüyoruz. Bunlar, lâyihalardan askerî konuları ayıklayarak özet yapanların da dikkatini çekmiş olacak ki lâyihasından sadece askerî konularda somut olarak ne yapılması gerektiği konusundaki önerilerini değil, “mukaddime” bölümünden de iki ayrı parçayı seçmiş durumdadırlar.

Mustafa Reşid, Osmanlı devletinin başlangıcına gidip, kendi asabiyelerine Selçuklu asabiyesini de ekleyen Osmanlıların fetihler yapmaya başlayıp genişlediklerini, bağımsız olmaları gerektiğinde de bu asabiye yerine geçecek ocakları kurduklarını (istiklâl sureti lâzım geldikde asabiyyet makamına kaim ocakları tertib) söylüyor. Joseph Fletcher gibi modern bir Osmanlı tarihçisinin de yeniçerilerin ilk kabile asabiyesini ikame ettikleri ve padişahları başa getirirken eskiden göçebe kabilenin yaptığı işi yüklendikleri, bir anlamda bir “üvey kabile” (surrogate nomads) rolü yaptığı yolundaki görüşleri dikkate alınınca Köse Kethüda’nın bu görüşüne hayret etmemek pek mümkün değil.

Neyse, bu ocakların kuruluşuyla Osmanlılar kısa süre içinde büyük fetihler yapabilmiş. Bu durum, padişahların, vezirlerin, gazi ve mücahit reislerinin içten emek ve gayretleriyle olmuş. Yeniçeri ocağının kuruluşu da şöyleymiş: Orhan Gazi zamanında “Anadolu’dan vazife ile bir miktar piyade derinti asker” yazılmış ama kullanılmaları ve idareleri bir şekilde mümkün olamamış. Dolayısıyla “erbâb-ı şûrâ ve mazınne-i kiram (ermişler, evliyalar) ittifakıyla devşirme oğlanına karar” verilmiş. Böylece, binlerce çocuk toplanmış, kendilerine İslâm’ın farzları öğretilmiş, diyanet erbabı olan bir ordu oluşturularak gaza ve cihatta istihdam edilmiş ama bu sistem 150 yıldan beri terk edilmiş durumdaymış.

Gerçekten de saray için toplanan küçük miktarlardaki devşirmeler hâriç, devşirme yöntemi 17. Yüzyılın ortasında terkedilmiştir. Devşirmenin niye terkedildiği başlı başına bir araştırma konusudur ama anlaşılan o ki Köse Kethüda da bu konuda bir şey bilmiyor. Anadolu’dan yazılan “piyade derinti asker” dediği meşhur yaya sınıfıdır. “Derinti” kelimesinde de tabii ki bir derme çatmalık, rastgele bir araya geliş, kısaca düzensizlik var. Gerisini ise içinde hisse barındıran bir kıssa olarak görmek durumundayız. Reşid Çelebi, Orhan Bey zamanında da önemli devlet işlerine karar ve politikalarına yön veren bir erbâb-ı şûrâ tasavvur ediyor. Ulema yokluğundan olacak, bu ehl-i şûrâ, evliyalar ile ittifak hâlinde faaliyet gösteriyormuş. Ama her hâlükârda hükümdarın tek başına karar vermediği vurgulanıyor. Hisse kısmı da çok açıktır: Nasıl ki Orhan zamanında yazılan yaya işe yaramayınca, meşveret yoluyla yeni bir asker sınıfı yani kapıkulu ocakları oluşturulmuşsa, şimdi de yeniçeriler işe yaramadığına göre aynı yöntemle başka bir ocak kurulmalıdır.

Mustafa Reşid, herkesin, yeni bir kuvvete ihtiyaç olduğunu kabul ettiğini şu kelimelerle ifade ediyor: “[D]üşmana mukabele edecek bir kuvvet-i cedide tahsili Devlet-i âliyye’ye farz mesabesinde olduğu müsellim-i cumhur olub inkâra mecal yokdur.” Burasını anlıyoruz da iş bununla bitmiyor. Mesela, yeni bir kuvvet kuruluyor diye yeniçeriler ortadan kaldırılacak mıdır? Köse Kethüda bunu söylemiyor. Hatta yeni kuvvetin mevcut askerden oluşturulmasını da bir ihtimal olarak elde tutuyor. Kaldı ki verdiği tarihî örnekte de yeniçeriler geliyor diye yaya askerleri ortadan kaldırılmıyor. Öte yandan, bütün lâyiha yazarları arasında Mustafa Reşid yeni kurulacak ordu için bir rakam telaffuz eden iki kişiden biri ve bu ordunun adının ne olacağını açıklıkla söyleyen tek kişidir.

Ona göre, sayısı başlangıçta 15.000 olan bir piyade gücü oluşturulmalıdır. Bu konu, geniş katılımlı bir toplantıda (umum istişaresi) gündeme getirilmeli, toplanacak askerin ülkeye düzen vermek (tanzim-i bilad) için kullanılacağı söylenmelidir. Dahası, katılımcılara “[B]izim askerimiz kasıma kadar durmayup avdet eylediklerinde, düşman dahi ortalığı hâlî (boş) bulup dilediği mahallere hücum ile Din-i İslâm’a rahne edeyor. Askerimizin avdetinde duracak muvazzaf sekban gibi bir miktar askere” ihtiyaç olduğu söylenecekmiş. Onların bu hususu kabul etmeleriyle de “On beş yahud yirmi bin ‘sekban’ namıyla asker” düzenlenecek ve talime başlanacakmış. Görüldüğü gibi Köse Kethüda herkesin bildiği ve 16. Yüzyıldan beri, daha çok, tüfek kullanan köylü kökenli paralı askerler için kullanılan sekban teriminin arkasına gizlenerek ikinci ve yeni bir ordunun kurulmasını önermektedir.

Bu askerler, “erbâb-ı fesad ile mülakat” etmemiş 15 yaşında çocuklardan (sıbyan makulesinden) oluşmalı ve şehirden ve köylerden uzakça bir yerde inşa edilecek bir kışlada eğitilmeliymiş. Bu yol seçilirse bu yeni “sekban” ordusunun yetişmesi biraz zaman alırmış. Çabuk olsun diye “mevcut askerden terbiye” edilmek istenirse, mevcut askerin disipline girmesi tasavvur olunamadığı için Avrupa’ya dikkatli biri gönderilip özellikle itaatsiz köylülerin nasıl disiplinli askerler hâline geldiği araştırılmalıymış. Çelebi, “Bu itaat ne veçhile oluyor, tahkike muhtaçtır” diyor.

Mustafa Reşid’in bir de kadro tahmini var. Bu yeni askerin kullanılması ve memleketin düzenlenmesi için 400 kadar subaya (rüesa) ihtiyaç olacağını söylüyor. Bu kadar miktar sağduyulu kişi seçilecek, askeri kanunlar, harp işleri ve mülkî düzenlemeler (kavanin-i askeriye ve umur-ı harbiyye ve tanzimat-ı mülkiyye) yapılacak, herkes yeteneği olan işte istihdam edilecekmiş. Bu orduyla ülkenin önemli bir kısmı düzene girdikçe “irad-ı cedid” de artacak ve dolayısıyla subay ve askerlerin sayısını da arttırmak gerekecekmiş.

Bazı başka lâyiha yazarlarında da Osmanlı devletinin sahada sürekli asker bulundurabilmesi için yaz ve kış askeri diye iki ayrı grup asker edinilmesi önerilmektedir. Mesela Beylikçi Sun‘î Efendi, bunlara “sayfiyye” ve “şitaiyye” diyor. Defterdar Mehmed Şerif Bey ise “meşta (kışlak) askeri” ve “kış askeri” deyimlerini kullanıyor. Yeniçerilere talim yaptırmanın mümkün olmadığı gerekçesiyle, “B,ari meşta askerimiz talimli bulunsun” dediği için ikinci bir ordunun kurulmasını Şerif Bey’in de bu şekilde gerekçelendirdiği söylenebilir. Devam edeceğiz.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.