Ecmaîne ayrı sosyeteye ayrı düğün
Batı’da şövalyelik diye bir müessese vücuda gelmiş. Avrupa, batı medeniyeti bunu hasıl etmiş.
Müslümanların tarihinde neden böyle bir şey yok?”
Böyle bir soruya “şak” diye bir cevap veremezsin. Bulursun bir takım derme çatma cevaplar, uzun uzun anlatman lazım. Anlatsan bile hepsi müdafaa yerine geçer.
Diyelim cevaplamak için bir tarafından başladın.
Yurdakul Abi (Dağoğlu) dinlemez ki seni. Çoğu zaman arkasını döner, önündeki gazeteyi okumaya devam eder.
Bir başka gün Magna Karta’yı sorar.
“İngilizler 13. Asırda Magna Karta’yla kralın yetkilerini sınırlandırmışlar. Biz saltanatı takdis etmeye devam etmişiz. Neden bizde buna benzer bir mukavele yapılamamış?”
“Kitapta yeri var ama hayatta yeri yok” desen bile Yurdakul Abi’nin dinleme ihtimali düşüktür.
“Bizde eleştirel düşünce yok” sözü Yurdakul Abi sayesinde kahvede fazla rağbet bulmuyor.
Her şeyin ‘bizde’ çok mükemmel olduğunu düşünmeye yatkın olanlar Yurdakul Abi’nin açtığı bahisleri cazip bulmuyor olabilirler.
İyi okuyordu, okuduklarını da iyi hatırlıyordu.
Ben Tolstoy’un Diriliş’inden Katyuşa Maslova’nın Dimitri Nehludov’a söylediği lafı tırnak içinde aktardığını hatırlıyorum.
Sonra romana baktım. Evet, Yurdakul Abi Katyuşa’nın cümlesini tam ezberlememiş ama anlattığı doğru.
Katyuşa, Dimitri’yi reddediyor.
Yurdakul Abi’nin sualleri ortaya atıp sonra arkasını dönmesine “Ben de Çay Parası Ödüyorum” kitabında değinmişler. (Ahmet Uysal, Ötüken.)
“Sohbeti takip eden, ilgisini çeken bir konu olduğunda simetrik bir şekilde gazetenin üstü ile gözlüğünün üstünü denk getirip sohbet halkasına laf atan ve attığı lafın yankı bulmasına rağmen konuyu takip etmeyip tekrar gazetesine dönen bir adam olarak hatırlanmaktadır. Kahvenin yaygın özelliği ironi olduğu için Yurdakul Dağoğlu ‘kahvenin zarfçısı’ olarak da tanınmaktadır.”
Bunca sohbetin içinde kendi hayatından da bahsederdi.
Nişanlanıp evlenemediğinden.
Bana, arabasının içinde baş başayken “nasıl evleniyorsunuz?” diye sorduğunu hatırlıyorum.
Bir Allah kuluyla hayatı paylaşmanın, bir aile olmanın, oğulların, kızların insan hayatına bahşettiği güzelliklerden bahsetmeye çalıştıysam da “Saçma!” deyip kestirip atmıştı.
“Para kazanmayı Üzeyir’den öğrendim” demişti bir defasında. Üzeyir Garih ve İsak Alaton Yurdakul Abi’ye bir boru göstermişler. Demişler ki “Bu boru 5 lira. İçinden gaz geçireceğiz, 10 liraya satacağız.”
Satmışlar da.
Sonra ayrıldılar. Yurdakul Abi Aldağ’ı kurdu. Garih ve Alaton Alarko’yla devam ettiler.
Sultanhamam’daki Aldağ işhanı Yurdakul Abi’ye aitti.
Burada Yurdakul Abi’nin anlattığı Sülün Osman hikayesinin yeri geldi.
“Gürün Han yapıldığında Sülün Osman birçok dükkân satmış.
Gözüne kestirdiği hacı ağaları Gürün Han’a götürüp, “Bu dükkân benim” deyip, paralarını alıp gönderiyormuş. Babam Aldağ iş hanını yaparken, inşaat bitmeye yüz tuttuğunda Sülün Osman’a para verdi. Böylece Sülün Osman bizim hanın dükkanlarını satmadı.
Bugün aktarmak istediğim hikâye yakın siyasi tarihimizin bir yönüne ışık tutacak nitelikte. Siyasilerimizin nazik bir kelime seçerek söyleyeyim, iki veçhesine. İki veçheliliğine.
Yurdakul Abi’nin anlattıklarından hatırımda kalan hikâye şöyle.
Yurdakul Abi’yle Üzeyir Garih hemen her gün yazıhanelerinde bir aradalar.
İkisi de Erbakan’ın düğününden birbirlerine bahsediyorlar. İkisinin de düğüne gitmeye niyetleri var.
“Ben düğüne gittim” diyor Yurdakul Abi. “Düğünde Üzeyir’i göremedim.”
“Ertesi gün yazıhanede Üzeyir’e takıldım. “Hani gelecektin Erbakan’ın düğününe? Göremedim seni?”
“Ben de seni göremedim” diyor Üzeyir Garih.
Allah Allah, nasıl oldu bu?
Üzeyir Garih soruyor?
“Neredeydi düğün?”
Yurdakul Abi cevap veriyor:
“İskender Paşa’daydı.”
“Hayır” diyor Üzeyir Garih, “Düğan Çınar Oteli’ndeydi.”
Sonra anlıyorlar ki Erbakan ‘ecmain’e ayrı, istanbul sosyetesine ayrı düğün yapmış.
“Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun” mısraının içinde birazcık da ironi olabileceğini Yurdakul Abi’den bu hikâyeyi dinleyince anladım.
