Edirne’de küçük sevinçler

Mevlana İdris

Cumartesi günü âniden alınan bir kararın ardından iki otomobil ve altı kişiden mürekkep bir seyahat müfrezesi ile Edirne’ye doğru hareket ettik.

İstanbul’dan da önce başkent olmuş bir şehrin tam merkezindeki üç anıtsal câminin derinlikli, oturmuş, heybetli, incelikli minareleri karşıladı bizi.

Gecenin hatırı sayılır soğuğu ve şehrin birbirinden güzel bazı yapıları içinde dolaşırken ne çok şeyi kaybettiğimizi bir defa daha müşahade ettik. Simgesel köftelerden sonra bulduğumuz bir mahalle kahvesinde, iyi demlenmiş çayları getiren emekli bir amcanın güngörmüş anılarını dinlerken arkadaşlarımdan ikisi sıkı bir tavla partisine tutuştu. Sanat tarihiyle de ilgilenen genç dostum ise o soğukta şehirden çeşitli fotoğraflar çekip dijital ortamlarda kendi tâkipçilerine iletmekle meşguldü.

Her zaman olduğu gibi sorgulayıcı, kurgulayıcı, analitik bakışların imbiğinden geçmiş kesinlikler ve bir teori olmaya aday nice gözlem cümlelerinin ardından otele geçtik. Hepsi de sıkı bir ehl-i duhan olan dostlar, bir süre de burada sürdürdüler sohbeti.

İstirahat saatlerinin ardından sabah Karaağaç’ta nehrin kenarında yaptığımız kahvaltı ve gezintiden sonra sıfır noktasına kadar varıp, oradan Selimiye’ye vâsıl olduk. Sinan’ı bir kez daha anmayıp n’eyleyecektik? O kubbenin altında bir müddet ‘varolduktan’ sonra hemen camiye bitişik olan Türk İslam Eserleri Müzesi’ni ziyaret ettik. Başarılı şekilde düzenlenen müzede, her odada ayrı bir malzeme ve tema ile sergilenen seçkin eşyaları seyreyledik. Ahşap, çini, silah, sünnet, gaza, mutfak, hat, Kırkpınar, tekke gibi birbirinden bağımsız alanlara ilişkin odaları ve nihayet avludaki mezar taşları ve toplara yakînen baktıktan sonra bir çorbacıya geçtik. Daha çok Yunanlı turistlerin doldurduğu çorbacıda yoğun bir gürültü vardı. Memleketlerinde konuşamadıkları ne kadar konu varsa Selimiye’nin gölgesindeki o lokantaya konuşmaya gelmiş gibiydiler.

Geçmişte bir mimar/mühendis dostumdan işitmiştim: UNESCO verilerine göre şehrin yüzölçümüne oranla bulunan tarihi eser yoğunluğu bakımından Edirne ya birinci ya da ikinci sıradaymış. Mümkün ve iyi ki burası ‘henüz keşfedilmemiş.’ Burayı herhangi bir ‘dönüşüme’ tâbi tutacak uygulamanın sonuçlarını düşünemiyorum.

Biz Edirne’de görece birkaç sevinçli ‘ân’ içindeyken memlekette son yayınlanan KHK’lar ile ilgili yoğun bir tartışma çoktan başlamıştı.

Gece kendi şehrimizden kendi şehrimize dönerken Lüleburgaz’da verilen molanın ardından biraz dünyayı düşündük yeniden, biraz Sinan’ı ve biraz da Edirne olan her şeyi.

Tebdil-i mekanda bir ferahlık olduğu vakıa idi.

AHMET HÂŞİM

(…) O sabah, bir Champ-Elysees kahvesinden “Falih!” diye fırlıyarak yanıma gelen Ahmed Haşim’le konuşa gülüşe buraya kadar yürümüştük. Nüktelerinin, birbirlerine nefes aldırmaksızın, kovalamayacaya tutuştuğu, açık ruhlu, öfkesiz, kinsiz, kendinden hoşnut günlerinden biri idi. Sevmeyip kızdıklarından, veya sevip kıskandıklarından yüzlercesi onun gibi Paris’te değil idiler! Haşim’in mizacı bulanık dalgadan ve sel sarısından pek az durulmuştur. Sık rastlanmasa da, böyle ferah zamanlarında suyunun rengi ne kadar derinden mavi, üstündeki halkalanmalar, bir kuş kanadının dokunuşundan kalkma gibi, ne kadar hafif ve uçucu olurdu.

(…) Meşhurdur: bir gün dostlarından biri Erenköy tarafındaki evinde bir hanımlar toplantısı olduğunu söyler. Şiirlerini seven bu hanımların arasında eğleneceğini temin ederek Haşim’i davet eder. Büyük bir hevesle trene binen Haşim, bir istasyon önce birden ayağa kalkar, “- Sen beni oraya, kendin daha güzel görünmek için götürüyorsun!” diye vagondan fırlayıp geri döner.

Başının bir hikâyesi daha vardır: bir gün evinde aynasının önüne geçmiş. Acaba çenesinin şurası düzelseydi…(çenesinin ucu biraz yarıktı.) acaba kulağı biraz şekil değiştirseydi…(yapışık ve tıkızdı.) acaba kaşları gözlerinin üstünde biraz ferahlıyabilse…Ve birden isyan eder, kendi boğazından tutarak haykırır: “-Kesip yenisini koymaktan başka çare yok!”

(…) Hekimin yasak ettiği yemekten bol yediği bir gece, artık uyanmamış.

Şiirlerinin çoğunu, ölecek dilde yazmıştır. Bazıları her zaman karanlıktı. Fakat karanlıkta yasemin nasıl kokarsa, gönül ses verir. Edebiyat fakültesine ilk gittiğim hafta idi. Sınıfta sallana sallana dolaşarak:

-Mânâsız şeyler bunlar…Boş lâflar bunlar..

diye yeni şiirlere söven rahmetli Mehmet Akif’e onun dört mısraını anlatmağa ne kadar uğraşıp durmuştum. (…)

Haşim’de birkaç derin ses vardır. Bu birkaç ses onun adını nesiller ötesine götürecek midir? Kim bilir? Falih Rıfkı Atay-Pazar Konuşmaları 1944

ANONS

Yeni bir yıl değildir aslolan, yeni bir ‘sen’dir.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (3)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.