‘Fânusla Okyanus’ kitabında Türk edebiyatı tarihinin meselelerini tartışan Metin Kayahan Özgül: ‘Türk edebiyatı’ dediğimiz, şeceresini didikleyerek Türk olduğuna hükmettiklerimizin değil, nesebine bakılmaksızın, Türk diliyle yazanların müşterek edebiyatıdır. Türkçe vasıtasıyle oluşturulan edebiyata zaten bu isim verilir. Dolayısıyle ‘Türkçe’, edebiyatın adı değil, malzemesidir ve dünyanın herhangi bir diyarında dilin edebiyata isim olduğunun emsâli yoktur.
ŞABAN ÖZDEMİR
Metin Kayahan Özgül şüphesiz ki Türk edebiyatı tarihinin en velut ve orijinal kalemlerinden biri. ‘Sekmeler’ serisinden ‘Divan Yolu’ndan Pera’ya Selametle’ adlı kitabına kadar birçok kitabıyla ispat etti ki akademi denen piramidin en tepesinde ama mahviyet makamında yalnız başına oturuyor. Özgül ile, ömrünü adadığı Türk edebiyatı tarihinin meselelerini tartışan, Çolpan Kitap tarafından okura sunulan ‘Fânus’la Okyânus’ kitabı etrafında KARAR okurları için konuştuk.
Kemale ermiş bir edebiyat tarihimiz olmadığı konusunda herkes hemfikir. ‘Fânusla Okyânus’ adlı son kitabınızda bir edebiyat tarihinin nasıl olacağını veya nasıl olmayacağını birçok boyuttan tartışıyorsunuz. Burada da bize meseleyi hülasa eder misiniz?
Tarihini yazmak, edebiyat çalışmalarının nihaî noktasıdır. Dünün eserlerini araştırmacı keşfedip inceler; günün eserlerinin ön elemesini eleştirmen yapar; incelemeler ve analizler metni bir seviyeye ve bağlama oturtur. Fânî olmadığını isbatlayan eserler de edebiyat tarihinin malzemesine dönüşür. Kitaptaki yazıların birkaçı harp, çocuk gibi tematik tasnifleri yeniden değerlendirerek, edebiyat tarihinin bu parçalarına eleştirel ve sistematik bakmayı deniyor.
Edebiyat tarihlerine ‘kanonik’ eserin alınması genel kabul görmüş gibi ama kanonik eserin ne olduğu konusunda kafalardan farklı sesler çıkıyor? Nedir kanonik eser?
Aslına bakılırsa, gelenekte kilise gibi, monark gibi bir muktedir’in dünya görüşü de iktidardadır ve onun kanonu edebî kanonu da belirler. Sonraları ise, bir yeniliği yahut ‘avant-garde’ bir çıkışı ile edebî muhiti arkasına takan, yeni eserlere örneklik eden metin kanonik bir makam kazanır. Benim itirazım, edebiyat çalışmaları derinleşmedikçe, gelenekli kanonun tam olarak kavranamayacağı üstüne... Geçmişi bilmeden, kimin ‘avant-garde’ bir kanon koyucu olduğu söylenemez; en azından, söylenmemelidir. Sözgelimi, Şemseddin Sâmi Bey’in daha 1875’te Seydî Yahya ile serbest nazmı denediğinden, Edebiyyât-ı Cedîde’nin tecrübelerinden habersiz iseniz, sizin için serbest şiirin kanonu 1920’lerde kuruluyor demektir. Önce araştırmalar tamamlansın, sağlam bir kanon değerlendirmesi ondan sonra düşünülsün diyorum. Bloom okuyup heveslenmeler biraz daha ertelenmeli. İşin içine politika katmaya çalışmıyor da sadece akademya penceresinden bakıyorsanız, her ikisi de doğru...
Kitapta çok önemsediğim bir bölüm var. ‘Türk Edebiyatı Kimin?’ başlığını taşıyor. Burada son zamanlarda iyice alevlenen ‘Türk edebiyatı’, ‘Türkçe edebiyat’ kavramlarını tartışıyorsunuz? Sahi hangisi doğru?
İşin içine politika katmaya çalışmıyor da sadece akademya penceresinden bakıyorsak, her ikisi de doğru... ‘Türk edebiyatı’ dediğimiz, şeceresini didikleyerek Türk olduğuna hükmettiklerimizin değil, nesebine bakılmaksızın, Türk diliyle yazanların müşterek edebiyatıdır. Türkçe vasıtasıyle oluşturulan edebiyata zaten bu isim verilir. Dolayısıyle ‘Türkçe’, edebiyatın adı değil, malzemesidir ve dünyanın herhangi bir diyarında dilin edebiyata isim olduğunun emsâli yoktur.
Türk edebiyatının temel taksonomisi olan devirlere ve akımlara itiraz ediyorsunuz. Edebiyat tarihi yazılırken merkez ne olacak? Neye göre sınıflandırılacak edebiyat tarihi?
‘Devir’ dediğiniz, edebiyatı yüzyıllara göre dilimlemek olamaz. Sanki her asır bambaşka vasıflarla geliyormuş ve 1700’de yaşamakla 1701’e geçmek arasında bir fark varmış gibi, edebiyatı böyle tasnif etmek ve sonra, her asrın edebiyatı için farklı nitelikler yakıştırmaya çalışmak trajikomik... ‘Devir’ bazen on yılda, bazen üç asırda belirir ve kendine has özelliklerini edebiyat üzerinden şakır şakır okursunuz. Diğer taraftan, akımlara değil, akımsızlığa itiraz ediyorum. Bunca edibin bunca yıldır mesaî harcadığı, bu kadar güçlü ve zengin bir edebiyatta henuz felsefesi idhâl edilmemiş bir sanat hareketi yaratamayışımıza hayıflanıyorum. Felsefe bizim Aşil topuğumuz olmaya devam ediyor. Edebiyat tarihinin, hakikî mânâsıyle devirlere göre sınıflandırılması denenebilir. Yaman bir aymazlığımız var: Edebiyat tarihinin ediblerin değil, eserlerin tarihi olduğunu ciddiyetle savunduktan on dakîka sonra, şahıs merkezli edebiyat tarihleri kurmaya girişiyoruz. Oysa, bizi kronolojiye tek bağlayan, eser yerine edib merkezli bir edebiyat tarihi tasavvurumuzdur. Müessire göre yapılan sınıflamalarda ısrar etmek yerine, meselâ ‘tasavvufî’, ‘garâmî’, ‘hikemî’ gibi tematik tasnifler denenebilir. Mutlaka edib merkezli düşüneceksek, çığır açan ve ekol yaratan isimlere göre bir tasnif denenebilir; ‘silk-i Fuzûlî’, ‘tarz-ı Nâbî’, ‘edâ-yı Nedîmâne’ yahut ‘tavr-ı Galib’ gibi... XVIII. asırdan sonrasını tasnif çok daha kolay...
Bir Türk edebiyatı tarihi yazmayı Abdülhalim Memduh’tan Köprülü’ye Tanpınar’dan Banarlı’ya kadar birçok kişi denedi. Elimizdeki kitaplar birçok yönden eksik ve hatalı. Nasıl yapılacak peki bu iş?
Yılmayarak... Andığınız en yeni isim Banarlı ise, edebiyat tarihi olduğunu iddia ettiği dergi ilâvesinin basımı 1948’de, düzeltilmiş hâlinin MEB basımı ise 1972’dedir. Yarım asırdan uzun bir süredir edebiyat tarihi yazmak iddiasını ertelemişiz. Umarım ki, bu erteleyiş, edebiyat tarihi yazmanın düşündüğümüz kadar kolay olmadığını farkedip, derin ve ciddî tetebbuâta daldığımız içindir.
KÜTÜPHANELERİMİZDE HÂLÂ EL DEĞMEMİŞ BİNLERCE ESER VAR
Metin Kayahan Özgül denince akla hep orijinal konular ve fikirler, harika bir üslûp ve okuyan herkesin hayran kaldığı bir kavrayış ve kültür birikimi geliyor. Son dönemlerde Prof. Dr. Abdullah Uçman’ın da işaret ettiği gibi “Bir edebiyat tarihi yazılabilirse ancak Metin Kayahan Özgül yazar” ifadesi boş değil. Mecid Devri Edebiyatı’nı bitirdikten sonra böyle bir niyet var mı?
Hocam her zamanki mültefit tavrıyle teveccüh gösteriyor; lâkin cevabım boynu bükük bir “Hayır” olacak. Bunu sadece kendim için değil, XXI. asrın tamamı için söyleyeceğim. Henüz katalogları bile tekmil edilmemiş kütüphâneler, el değmemiş binlerce eser, değerlendirilmemiş perakende evrak tepeleri, varlığından bile haberdar olmadığımız periyodikler varken, bu asır bitmeden araştırma ve inceleme aşamalarını tamamlayarak bir edebiyat tarihinin kanavasını çıkarmanın mümkün olacağını sanmıyorum. Aceleye getirilecek her yeni edebiyat tarihi çalışması bir heyecanla karşılanacak ve burun kıvrılarak bir köşeye atılacaktır. Taslaklara tekmil edebiyat tarihi muamelesi etmenin devri kapandı. Bu asır, edebiyat arkeolojisinin ve analizinin netîcelerini içeren monografiler ile geçecek diye umuyorum. Ben görmem ama, torunlarımızın bir sonraki asırda ilk sağlam edebiyat tarihimizi kucaklamasını ümit ediyorum.