Ten Yükünün Sarhoş Tellalı
Güzel bir kitap ismi “Ten Yükünün Sarhoş Tellalı” (Dergâh Yay.2025). Nihat Hayri Azamat’ın şiir kitabı.
Çağının şairi değil Azamat! Yaşadığı zamanın, mekânın hatta insanların dışında bir hücreye kapanmış; kadim bir dille, tasavvufâne bir bakışla, bugünün çoğu insanına yabancı olan bir terminolojiyle şiir yazmayı sürdürüyor ısrarla. Büyük bir risk bu: Bile isteye çağının dışında durmak, modern yaşama, modern şiire, modern şaire bilinçli biçimde bigâne kalmak!..
Hep derim; modern şiir, kaostan beslenir. Ruhsal bir kaos bu. Mekanikleşen insanın kalabalıklar içindeki yalnızlığı, sıkıntısı, hayatı anlamlandıramaması, yapaylık, kirlenme, iletişimsizlik, tatminsizlik, tedirginlik, güvensizlik, parçalanmışlık, aşksızlık, hız... Önce dile yansıdı kaos; kırık, kesik kesik, kırpık, ters düz edilmiş bir dille dışa vurdu kendini. Sonra müziğe, sonra resme... Her şey, dil de, ses de, resimdeki figürler de ters düz oldu. Bütün, parçalandı. Yekpâre, âhenkli bir dünyada değiliz artık! Yahya Kemal’in yekpâre şiiri ve sesi yok! Üstelik dijital teknolojinin sanatın tüm dallarını sarstığı, hemen her şeyi -insanlar arasındaki münasebetleri bile- sanallaştırdığı bir döneme girdik. Böyle bir dönemde Azamat, zamana karşı lâkaydâne bir tavırla ve ısrarla ahlâkî, hikemî, tasavvufâne şiirler söylüyor; yer yer kaybedilen ruhu hatırlatıyor. Örneğin diyor ki;
görüntü dolduruyor cebine sürekli
ama unutuyor görmeyi
kendini
görüntüyle avutuyor kendini
bir türlü göremeden
kendini (s.50)
Başkalarına bakmaktan -onca görüntüye, onca ekrana- kendimizi görmeye vakit bulamıyoruz. Kendimizi görememek, varlığımızı idrak edememek, kendimizle olamamak demek. Oysa ne yapmalıydı değil mi? Bir “lâ süpürgesi”yle gölgeleri temizlemeliydi. Ama olmadı; “duydular feryâd u zârın çıkmış âsûmana dek/ gölgelerle çok dolaştın gelmedin divâna tek” (s.16)
Çağının şairi değil demiştim ya! Elbette bakıyor değişenlere, ama bile isteye sırtını çeviriyor içinde bulunduğu zaman ve mekâna, sufilerle hemhâl oluyor şair. Kitap bu bakımdan âdeta kadim mutasavvıflarla yapılan bir sohbet. Nitekim “cümle vârım” şiirinde
“gittiler bâki fuzûlî hem dahi gâlib dede
anlar ile söyleşir bir hoş-zebânım kaldı tek” (s.143)
diyor ve şiirlerinde Mevlâna, Yunus, Niyazi-i Mısrî, Şeyh Bedreddin, Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi, İdris-i Muhtefî, İsmail-i Maşukî, Hamza Balî, Sütçü Beşir Ağa ve Şeyh Galip’e sık sık atıfta bulunuyor. Kadim şiirlerden, mutasavvıfların hayatlarından ve eserlerden devşirilen bilgilerden bir şiirsel dünya kurmuş Azamat. Melamîlere, marijinal sufilere ayrı bir yer vermiş.
Genelde ‘bilgi’den beslenen şiirlerden oluşuyor “Ten Yükünün Sarhoş Tellalı”. Ama bilgi, çoğu kez ‘lirizm’in önüne geçiyor ve bu durumda bazı şiirler yer yer didaktik cümlelere dönüşüyor hatta nesre kayıyor. Oysa Azamat, kadim şiirin sesine âşina ve meselâ o âhenkle;
bahtiyardır şol kişi kim cümleden âzâdedir
kalmamış nâm ü nişânı kimse bilmez kandedir (s.130)
…
dediler kim payitahttan etme ayağın ırâk
ey nihânî taşradan çün seyr-i cânân güç imiş (s.130)
gibi mısralar, bence daha hoş.
Kadim şiir tarzını sürdürmek, evet bir risk! Ama olsun, coşkuyla ve cezbeyle söylendiğinde daima kulak ona dönecektir ve şu mısralarda denildiği gibi “gülün vakti gelir, geçmez…”, her şey ba’nın altındaki noktada, ‘gül’ de orada, şiir de:
gülün vakti gelir geçmez demişler bu telâş da neden
çünkü âb u tâb ile bu şeb hâneme cânân geliyor (s. 39)
Necatigil’den Hilmi Yavuz’a gelen çizgide bir şiir örüyor Nihat Hayri Azamat. İz süren bir şiir bu!..














