‘Hem körüm, hem kimsesiz!’

Bu yazı üç gün geç yazıldı. Cuma günü yazılması gerekiyordu. Bu birinci hikâye. Zaten asıl hikâye hep sonradan başlar. Burada bir hikâye var mı peki? Yok. Bence de yok! Ama devamı güzel. Sonunu getirene çikolata, en süperinden.

***

Gelelim asıl hikâyeye.

“Hem kör, hem de kimsesizim, neremi düzelteceksiniz!” diye konuşuyor Cuma. Kim mi Cuma? O bir ‘yalnız’ adam. Anadan, babadan yalnız... O bir öğretmen. O ‘yurtlu.’ O ‘kimsesiz’, üstüne üstlük kör. Neresini düzelteceğiz, harbiden bilmiyorum.

Hayır hayır, lütfen… Kimseyi acındırmak gibi bir niyetim yok. Böyle bir şeyi Cuma da istemez.

Niyetim, şu sıkıcı siyaset günlerinde bir arkadaşımı anlatmak, hoş bir tebessüm bırakmak yüzünüzde.

***

İkinci hikâye, Cuma’nın adı: Cuma Gümrük. 1979 yılında devlet korumasına alınmadan Cuma günü bir cami avlusunda bulunmuş, Fatih-Karagümrük’te.

Olaylar… Olaylar…

Bizim elemana kayıt tutulacaktır. “Şahısa isim olarak ne yazacağız” diye düşünüp dururken polisler, içlerinden biri, “Bugün günlerden ne?” diye bir soru sorar. Öbür polis “Cuma” deyince, soruyu soran, “Hah buldum” der, “Adı Cuma olsun!” Peki soyadı? “Ee tabii, Gümrük” der bir diğeri.

Adını bulunduğu günden, soyadını Karagümrük’ten alan bir adam var artık karşımızda.

***

Malum, bizde devlet babadır. Ama Cuma’nın dünyasında ana. Çünkü “devlet ana” tarafından emzirilir bizimki, uzun yıllar. Günler günleri kovalar, yıllar yılları.

***

Üçüncü hikâyemiz de burada başlar işte. İlkokula kayıt günü gelmiştir. Rehber öğretmen binayı, tek tek sınıfları gezdirir, öğretmenleri ve okulu tanıtır. Sonra durur birden, vee… Der ki kör çocuğumuza, bir fotoğrafı işaret ederek: “Bak evladım, bu da Atatürk!..”

Dördüncü hikâyeyi unuttum.

***

Beşincisi, Cuma’nın, “Körlerden öğretmen olarak yeterli verimi alamıyoruz” diyen bir devlet büyüğümüz için yaptığı beddua, ki onu anmayacağım. Hangi milli eğitim bakanımız olduğunu da söylemedim zaten.

Altıncı hikâyeyi de unuttum. Yedinci hikâye aklımda ama…

***

Kahramanımız bir Cuma günü yanımda ‘sürgüne gönderildiği’ Hakkâri-Yüksekova’dan İstanbul’a tayin meselesi için Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürü’nü aradı. “Ferhat Bey, Bekir Fuat Abi’nin selâmıyla arıyorum, benim adım Cuma. Yani bugünün adı” diye başladı söze. Gerisi daha komikti ama hatırlamıyorum.

Sekiz son. Şimdi kemerlerinizi bağlayın lütfen.

***

Bilenler bilir Hasan Aycın var. İstanbul’dan dünyayı tebessümle seyreden bir büyük sanatçı.

Geçtiğimiz günlerde, gecenin bir yarısında Hasan Aycın aradı. Hal hatır muhabbetinden sonra “Yahu” dedi, “Bugün senin görme engelli bir arkadaşınla tanıştım, onun yüzünden çizmeyi bıraktım, yazmayı bırakıyorum!”. “N’oldu üstad” bile diyemeden Cuma ile beş saatlik muhabbetin finalini anlattı.

***

Hasan Aycın’la Cuma arasında geçen konuşma aynen şöyle:

-Bi’gün gözlerinin görmesini ister misin?

-Hayır

-Niye aslanım?

-Öyle

-Asya’yı, Amerika’yı görmek...

-Hayır

-Gökyüzünü merak etmiyor musun?

-Hayır

-Ya denizi?

-Hayır

-Cuma, dostum… Bak, ben sanatçıyım, ressamım, renkleri anlatayım sana. Mavi, özünü gürleştirir. Beyazla uçuşa geçersin. Bir de yeşil var; yemyeşil…

-Hayır

-Sevgilin var mı?

-Hayır

-Olmasını ister misin?

-Hem de nasıl!

-Hah! İşte onun gözlerinin içine bakıp dalmak istemez misin hayata, uzun uzun?

-Hayır!

-Ulan kafamı bozma. Sabahtan beri Bekir Fuat, Bekir Fuat diyorsun, onu da mı görmek istemezsin?

-Ha, onu mu? Onu her gün görüyorum!

Bunlar hep şiir…

YORUMLAR (1)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
1 Yorum