Kitapların arasında
Kütüphane Haftası’ndayız. Kitapların dünyasında kısa bir gezinti, bir Pazar günü hepimize iyi gelir sanıyorum.
***
Benim kitapla manen karşılaşmam, ilkokul ikinci sınıftadır. Dokunarak, hissederek karşılaşmam ise beşinci sınıfta. İkinci sınıfta öğretmenimiz elindeki kitaptan İkinci Balkan Savaşı’nı okurdu. Türklerin Edirne’yi geri alışını anlatan sayfalar geldiği zaman benim yüreğimde büyük bir ferahlama ortaya çıkardı. Kayseri’de dinlediğim o sayfalar sebebiyle, o gün bu gündür Edirne özel bir şehirdir benim için.
Kitaplarla arkadaşlığım gelişerek devam etti. Ortaokul zamanlarında Ömer Seyfettin’le düşüp kalktım. Hz. Ali, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Dadaloğlu, Karacaoğlan, Köroğlu ve benzeri kitapların dünyası iyi geldi bana.
Tabii bu arada halk hikâyeleri sayesinde, şiirle de tanıştım. Halk hikâyeleri insanımızın adeta ruhunu besleyen çok önemli manevi kanallar.
Çok sevdiğim kitaplar, yazarlar oldu.
Kitabın dünyasıyla karşılaştıktan sonra hayat sizin için kitaptan ibaret oluyor. Kitap bilince, yaşamak kitapların şarkısına dönüşüyor sizin için.
***
Kitaplar insanı nereye götürür? Herkesin bu soruya verecek bir cevabı var. Bana göre bu her şeyden önce bir kabul meselesi... Eğer sizde böyle ihtiyaç duygusu yoksa kitap sizin için hiçbir şey ifade etmez. Nitekim milyonlarca insan için kitap, bir manası olmayan sıradan bir eşyadır. Yani bir insan, hayatında tek bir kitabı bile gerçekten okumadan, kitapları dünyasına hiçbir zaman almadan, hayat gündeminde ona son sırada bile yer vermeden pekâlâ yaşayabilir. Ama ben insanoğlunun en güzel icadı olarak kitabı görüyorum. Kitapların dünyasında gezmek ve o dünyada bir saltanata talip olmak, bambaşka bir zevk, tarif edilmez bir duygudur.
Bir de yazı/yazma meselesi var. “Yazar adamın derdi ne?” sorusunu çok sordum kendime. Herhalde insan yazarak zamandan intikam almak ve tabii zamana iz bırakmak istiyor. Yazmak zamanla lades tutuşmak gibi çünkü. Yazan insan zamana çentik atmaya koyulmuş, bunu görev edinmiş biri gibi.
Nurettin Topçu, iyi yazılmış bir yazı, kitap veya şiir için “Zamana atılmış bir tohum gibidir” der. O tohum; bir gün sonra, bir asır sonra, birkaç asır sonra muhakkak kabuğunu çatlatır…
Peki ya kitap okumanın bir yöntemi var mı? Bence yok. Reçetesi de yöntemi de yok. Her yerde, her şekilde okunur. Hızlı okuma modası vardı bir aralar. Oysa hızlı okunacak kitap var, döne döne okunacak kitap var. Çok hızlı kitap okumak, bana hep bir hikâyeyi hatırlatıyor; okuyucunun birisi çok hızlı bir şekilde Harp ve Sulh’u okumuş, okuduktan sonra sormuşlar “Kitap ne anlatıyor?” diye, demiş ki, “Galiba hadise Rusya taraflarında bir yerlerde geçiyordu.”
Çok hızlı bir şekilde çok kitap okumayı, çok insanla selamlaşmaya benzetiyorum. Biriyle selamlaşıyorsun ama o insanın iç dünyası nasıl asla bilemiyorsun. Çok kitap karıştırmak ve en iyilerini dönüp birkaç defa okumak daha öğretici bana göre.
***
Söylemeden geçersek ayıp olur. Şimdi Türk üniversitelerinde tek bir yazı dahi yayımlamadan üniversite profesörü, sosyal bilimler enstitüsü müdürü veya birkaç makale yayımlayarak rektör olanlar var. Hiç kitabı olmayan yüzlerce ilim adamımız var. Mesela bizim YÖK’ümüz, Türkiye’de profesör seviyesinde üniversitede bulunanların yayın listelerini yayınlasa çok dikkate değer, aynı zamanda çok trajik manzaralar ortaya çıkar.
***
Okuryazarlık muhabbeti de kitap muhabbeti de bitmez. Ne yazsak, ne anlatsak bitmez…
Toparlamaya çalışayım: Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı bu dünyada. Düşünelim, sadece para saymakla ömür geçiren bir kazanç adamı olmak ister miydi insanoğlu? Ben olmak istemezdim. Sadece siyaset yapan bir insan olmak ister miydiniz? Şahsen onu da tercih etmem. Sadece ve sadece tekke ve zaviyede zikirle ömrünü geçiren bir insan olmak ister miydim? Hayır. Sadece kitap okuyan bir insan olmak ister miyim peki? Doğrusu onu da istemem. O da dengeli olmalı. Sadece kazanan bir toplum çok kötüdür. Sadece siyaset yapan bir toplum da kötüdür. Binlerce kitap okumak şart değil. Âlem bir kitap. Ara ara gökyüzüne de bakmalı.