‘Âlemde ziyâ kalmasa halk etmelisin, halk!’

Mehmed Âkif ve Muhammed İkbal... İlk isimleri aynı, ikisi de kendi ülkelerinin hürriyet ve bağımsızlık şairi, ikisi de coşkun ruhlu, korkusuz birer mümin... Doğum ve ölüm tarihleri de birbirine çok yakındır. İkbal 1877’de doğup 1938’de irtihal etmiş. Âkif’inki malum: 1873-1936.

Âkif, İkbal’in eserlerini ilk defa Millî Mücadele yıllarının Ankara’sında okumuş ve haberleşebilme ümidiyle ona Safahat’ını göndermiştir. Sebilürreşad idarehanesinde kendisini ziyaret eden Hindistanlı Müslümanlara emanet ettiği Safahat’ın İkbal’e ulaşmadığı anlaşılıyor. Çünkü bir süre sonra Hindistan’dan gönderilen Peyâm-ı Meşrık ve Esrâr-ı Hûdî imzasızdır. İkbal, hiç şüphesiz Âkif’in imzalayıp gönderdiği Safahat eline ulaşmış olsaydı aynı şekilde mukabele eder, yani eserlerini birkaç cümle yazıp imzalayarak gönderirdi.

16-12/04/adf.jpg

Mehmed Âkif, Mısır’dan bir dostuna yazdığı 8 Mart 1341 tarihli mektupta, söz konusu eserlerin, Safahat’ını İkbal’e vermek üzere emanet ettiği Hintlilerden gelmiş olabileceğini söyledikten sonra belli belirsiz bir sitemle, “Şairin kendi tarafından İstanbul’a gönderilseydi, elbet baş tarafında imzası, iki üç kelime yazısı bulunurdu. Ne ise, üzümü ye de bağını sorma derler,” diyor.

***

İkbal, Türkçe bilmediğine göre, Safahat’ı okuyamaz, dolayısıyla Âkif’in İslâm dünyasının temel meseleleri hakkında ne düşündüğünü anlayamazdı. Eğer okuyabilseydi, başta çalışma hakkındaki fikirleri ve “devamlı faaliyet hâlindeki insan” ideali olmak üzere, birçok meseleye aynı açıdan baktıklarını, aynı sancıları yaşadıklarını ve aşağı yukarı aynı şeyleri söylediklerini hayretle görecekti. Mesela ikisi de tasavvufa karşı olmamakla beraber Vahdet-i Vücud görüşünü benimsemiyor, bu görüşün Müslümanları meskenete sevk ettiğini düşünüyorlardı.

İkbal, Vahdet-i Vücud doktrini etrafında, benliğin ilahî varlıkta yok edilmesinden söz eden geleneğe karşı koyduğu şahsiyet (hûdî) felsefesine Mevlânâ’nın eserlerinde temel aramıştı. Câvidname’de anlattığı semavi yolculukta kendisine rehber edindiği Mevlânâ’nın hayatı sürekli bir irtifa, bir yükseliş olarak ifade ettiği görüşleri İkbal’in düşünce sisteminde önemli bir yere sahiptir.

Âkif ise Mevlânâ’yı Safahat’ta bir kere anmıştır, o da Mesnevi’den çalışmanın önemine işaret eden bir hikâyeciği nakletmek için... Evi bakımsızlıktan harabeye dönen bir adam, her gün “Haber vermeden sakın yıkılma, sonra çoluk çocuk hâlimiz ne olur!” diye yalvarır, fakat onarım için bir türlü harekete geçmez, sadece çatlakları çamurla doldururmuş. Böyle yıllar geçmiş ve bir gün ev çöküvermiş. Adam, çökmekle kalma yıp çocuklarını da yutan evinin karşısında ağlayıp dövünerek “Sakın haber vermeden yıkılma demedim mi!” diye takazaya başlayınca enkaz dile gelip demiş ki: “Behey nâdan, haber vermek için ne zaman ağzımı açtımsa çamurla doldurmadın mı?”

***

İkbal, İbnü’l-Arabî etkisi altında Vahdet-i Vücudcu bir Allah ve aşk anlayışını terennüm eden ve zirvesini Hâfız’da bulan edebiyat aleyhinde çok sert mısralar yazmıştır. Hâfız’ın sürekli sekr (mistik sarhoşluk) hâlinde bulunduğunu, hâlbuki ashab ve diğer büyüklerin sahv (mistik ayıklık) hâlinde hareket ettiklerini düşünen ve mücahede yerine “dostun yolunda şehid olmak isteyen” bir edebiyatı tam bir inhitat ve inkıraz ve “yok etmeye çağıran Siren’in sesi”olarak gören İkbal, bir şiirinde şöyle diyordu:

Hareketle varılır hayat cevherine;

Hayatın kanunudur yaratma şevki.

Kalk ve yeni bir dünya yarat!

Ateşlere bürün İbrahim gibi.

Razı olmak bu bahtsız dünyaya

Kalkansız kalmaktır savaş alanında.

***

Âkif de Süleymaniye Kürsüsü’nde, hem Hâfız’a, hem de onun Divan’ını bir çeşit fetva kitabı gibi kullanan ve tasavvuf kisvesi altında “mey ü mahbub” edebiyatı yapan şairlere şiddetle hücum etmiştir. Onun şairi Şirazlı Hâfız değil, Şirazlı Şeyh Sâdî’dir. Sâdî’den bir hikâye anlatarak başladığı “Durmayalım” adlı şiirinde İkbal’inkine benzer bir hareket felsefesiyle karşılaşırız. “Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrarına” mısraıyla başlayan bölümde, insanlığın geleceğe doğru fevç fevç aktığını, bereket dolu bu nehrin ahengine uymadan enginlere açılmanın mümkün olmadığını, İslâm âleminin uyanmadığı takdirde “menzil-i maksûd”a varamayacağını söyledikten sonra sadece insanlığın değil, yerde ve gökte bütün varlıkların sürekli faaliyet hâlinde bulunduğunu söylüyor ve “Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!” diyordu.

Hakkın Sesleri’ndeki şu mısra ise insanın yaratıcılığını vurgulaması bakımından, İkbal’in zikretti ğimiz şiirindeki fikirlerinin veciz bir özeti gibidir:

Âlemde ziyâ kalmasa halk etmelisin, halk!

Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk!

***

Aziz okuyucularım, merhum Mehmed Âkif’ten niçin söz ettiğimi tahmin etmiş olmalılar. İçinde bulunduğumuz yıl büyük şairin vefatının 80. yılıdır. 27 Aralık da ölüm yıldönümü... Bu sebeple birkaç yazı daha yazmak niyetindeyim.

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum