Baba ocağına düşen ateş!

Pazartesi zor başladı. Makus bir gündü. Silopi’den, Beytüşşebap’tan, İstanbul’dan peş peşe şehit haberleri geldi.

Sonra şehitlerimizin kaç yaşında oldukları...

Sonra şehitlerimizin hayat hikayeleri...

Yaptıkları, yapacakları...

Neleri sevdikleri...

Geride bıraktıkları...

Yarım kalan planları... Hayatları...

Televizyonlar şehitlerimizin her birinin kara haberini “Baba ocağına ateş düştü” olarak verdi.
Ekranlara birer birer ağıt yakan, feryat eden “gitti” diyen anaların yürek yakan görüntüleri...

Leyla’nın babasına son bakışı

15-08/11/aci2-1439305092.jpg

Türkiye teröre bir kez daha lanet okudu.

Anaların acılı halleri yürekleri parçaladı...

Hepsinin hikayesini öğrendik...

Sultanbeyli’de şehit düşen Beyazıt Çeken...

En büyük tutkularından biri şiir yazmakmış.

Polis dergilerinde zaman zaman şiirleri yayınlanırmış.

Hem baba hem de yüksek lisans öğrenciymiş...

Şu fotoğrafa bir bakın...

Adı Leyla’ymış...

Babasına son kez bakışı...

Leyla’ya kim ne anlatabilir...

Yaşadıkları zaten kelimelerle ifade edilemez de... Çözüm sürecini de anlatabilir miyiz acaba...

“Halkların kardeşliği” diyen Selahattin Demirtaş’ın Leyla’ya söyleyeceği bir çift söz olabilir mi?

Babasının hangi günahtan dolayı pusu kurularak katledildiğini anlatabilir mi?

Anlatamaz...

Şehit Beyazıt Çeken’i tanıyan arkadaşları iki özelliğini söylüyor:

Güleryüzlüydü.... Merhametliydi...

Merhametsizce ve kalleşçe öldürüldü Beyazıt Çeken...

Ölüm karanlık bir kapı

Taylan Acar...

Askerliğinin bittiğini gösteren, adının yazılı olduğu bir tişört giyerek fotoğraf çektirmiş...

Sosyal medya hesabına ‘Kaldı 7 gün bir tanesi, sana kavuşmama 7 gün kaldı’ diye yazmış...

Sevdiceği varmış...

Taylan Acar da baba ocağına ve sevdiğinin yüreğine ateş olarak düştü...

Savaş Akyol... Polis memuru... 23 Ağustos’ta evlenecekmiş.

Ölüm, karanlık bir kapı...

Geriye dönüşü olmayan...

O kapı açıldı mı, o kapıdan çıktın mı bir daha geriye dönüşü yok...

O babaların, o anaların ocaklarına, yüreklerine düşen ateş hep yanacak...

Onlar hayatları boyu ‘şehit anası’, ‘şehit babası’, ‘şehit çocuğu’, ‘şehit eşi’ olarak anılacak...

Alınlarında onurla taşısalar da bu unvanı, yürekleri hep yanacak...

Onlar yaşadığı müddetçe yasları da yaşayacak...

Bir daha evlerinde şehitlerinin sevdiği yemekler pişmeyecek...

Babalar... Ah o babalar... Alınlarına metanet yazılmış babalar...

Ağıtlarını, acılarını hep gizli karanlık yerlerde yakacaklar, yaşayacaklar...

Yaşadığımız o güzel günlere ne oldu?

Sahi, gördüğümüz güzel günlere, yaşadığımız güzel günlere ne oldu?

Analar ağlamasın derken bu kabus günlere nasıl geldik...

Yaşadığımız o güzel günler geride mi kaldı... Bitti mi artık o günler...

21... 22... 23... yaşında hayatın baharında gencecik çocuklarımızın, canlarımızın soğuk bedenleri...

Ülkenin dört bir yanından kan sızıyor...

Ölüm bir kez daha hayatın, yaşamanın önüne geçmiş durumda...

Birileri yine, savaşın, ölümlerin ülkenin dört bir yanına yayılmasını istiyor...

Birilerinin bizleri ittiği bu karanlıktan, kaos ortamından çıkmamız lazım.

Çünkü en azından devletin, hükümetin, şehit cenazelerine gitmekten, terörü kınamaktan, öfkelenmekten daha ötesini yapması gerekiyor.

Her ne kadar müstafi olarak bir hükümet var ise de...

Sonuçta kalıcı bir hükümet yok ve yarın ne olacağı belli değil...

Tam da terör böylesi ortamları sever...

Ve öyle anlaşılıyor ki biz çözüm süreci derken sarıp sarmalayıp üzerine titrerken, birileri çözüm sürecinden çok silahlanmayı, güçlenmeyi, kendisini tahkim etmeyi anlamış.

Çözüm sürecinde pusuya yatmışlar

Terör örgütü, siyasi uzantılarının ağızlarına “çözüm, barış, halkların kardeşliği” sözlerini vermiş, kendisi arkada pusu kurmuş.

Peki ne yapmak gerekiyor?

Öyle ya...

Örneğin Sultanbeyli...

Bomba yüklü kamyonu patlattıktan altı saat sonra terör örgütü emniyetin dibinden saldırı yapabiliyorsa...

Başımızı önümüze alıp düşünmemiz lazım.

Bir yerlerde bir şeyler yanlış gidiyor...

Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz hafta Cuma namazı çıkışında “güvenlik zaafiyeti” olduğunu söylemişti.

Ben “güvenlik zaafiyeti” değil asıl zaafiyetin “istihbarat”ta olduğunu düşünüyorum.
İstihbarat olmadan emniyet ne yapabilir ki?

Hem de teşkilatta paralel yapıya mensup emniyetçilerin tasfiyesiyle birlikte oluşan büyük açığa rağmen emniyetin gayet başarılı olduğunu söylemek mümkün.

Cevaplanması gereken çok soru var

Çok merak ediyorum, Türkiye’nin dört bir yanından her gün gencecik polislerin şehit haberlerinin geldiği bu dönemde, Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü nasıl bir strateji yürütmekte?

Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü’nün istihbarat dairesi ne yapıyor?

Cevaplanması gereken çok soru var...

Paralel yapı mensubu emniyetçileri, Güneydoğu gibi kritik bölgelere gönderip pasifize ettiğini düşen genel müdürlük şu anda ne düşünüyor?

Devlet, toplumda “devlet zaafiyeti” var algısı oluşmadan inisiyatifi derhal ele almalı...

Bölgede Olağanüstü Hal ilan edilmeden güvenliği artırmanın yollarını bulmalı.

Yalnız bırakılan güvenlik kuvvetlerine sahip çıkılmalı; özellikle Cizre, Silopi, Nusaybin, Lice, Yüksekova gibi yerlerde valilerin yetkilerini artırarak müdahale yetkisi verilmeli.

Tuhaf bir şekilde uzak durmaya çalışan TSK olaylara müdahil edilmeli.

Neden özellikle Cizre, Silopi, Nusaybin, Lice ve Yüksekova?

Buralar PKK için kanton bölgeler... PKK bu bölgede, özel olarak adım adım stratejik planını hayata geçirmeye çalışıyor.

Çatışmanın, terörün, kaosun bu kadar arttığı bir ortamda polisin yetkileri artırılmalı ve gözaltı süreleri maksimuma çıkartılmalı.

Terörün hedefinde emniyet var, bu açık...

Benim bir gazeteci olarak gözlemlediklerimi eminim o koltuklarda oturanlar daha net görüyordur.

Yoksa...

Görülmüyorsa...

Hepimizin vay haline...

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum