Bizansın yargıyı ele geçirdiğidir

15. Yüzyıl yazarlarından Ebü’l-Hayr-ı Rûmî, Saltuk-nâme’sinde, köle kökenli vezirlerinin ihaneti dolayısıyla Rodos şövalyelerine esir düşen Selçuklu sultanı II. Alaeddin’in sergüzeştini anlatır. Alaeddin, maiyetindeki akıllı bir şeyh sayesinde, kimliğini gizler, köle kılığına girer ve Rodoslular tarafından fidye bulması için Antalya’ya gönderilir. Antalya’da bulunan askerler sultanı hemen tanır ve beraberinde gelen Rodoslu beyi hapsederler.

“Hançer ve harmaniye” türüne girmeye seza bu bol ihanetli hikâyede mutlu son bu kadar basit bir şekilde gelmiyor tabii. Kul vezirler de boş durmuyor ki… Hazineyi açıp para dağıtıyorlar ve “Ol zalim bey yine geldi. Gelin bize tâbi olun” diyorlar, adil davranacaklarını, fazladan vergileri, bidati, rüşveti kaldıracaklarını söylüyorlar. “Sipahi, kul ve raiyyet”, herkes de “Adildir bu, ol zâlimdir, gâfildir” diyerek vezirlere katılıyor ve Antalya kalesini kuşatıyorlar.

Alaeddin, burç üzerinden ne söylüyorsa kâr etmiyor. Halk ona lânet edip sövüyor. Kendisinin yaptığı zulümleri hatırlatıyor. Padişah and içip “ol işlerden benim haberim yoktur. Bu hainler ederlerdi” dedikçe halk da, “Bre gâfil, zâlim! Daha beter ol, padişahlıkta gaflet seni neye irgürdi ? (getirdi)” diyerek taş ve ok atıyor. Kimseleri ikna edemeyen Alaeddin, Balkanlarda gaza peşinde olan Saltık’tan yardım istemek için bir gemiyle, yanına şeyhi de alarak Sinop’a hareket ediyor. Sultan kılığındaki şeyhin, tutsak olduğu Rodos’tan nasıl kurtulduğunu ise Ebü’l-Hayr, Saltık’tan korkmaları şeklinde açıklayıveriyor. 15. Yüzyıl kurmacasında yazarların işi anlaşılan daha kolaydı…

17-11/26/goztepefb-1511645932.jpg

Neyse, hikâyeye devam edelim. Sinop’tan Edirne’ye giderek Saltık ile görüşen Alaeddin, ondan da sağlam bir azar işitir: “Bre zâlim! Niçin saltanattan gâfil olup, birkaç cahil oğlanları vezir edinip âlem halkını yere vurasın? Zulm ü hayf ve rüşvet ve bid’at ve hıyanet [yüzünden, H.E.] âlemi tutabilmeyesin, memleketi tutabilmeyesin. (…) Sana bu kadar nekbet ve felaket çok değildir.” Alaeddin özür diler, yalvarır, Saltık’ın ayaklarına kapanır ve kendisini affettirir.

Saltık, Alaeddin ve Şeyh Hasan (adı buymuş), Anyas (Ainos, Enez) kalesinden 10 parçalık bir donanma ve 3000 asker ile gelerek Antalya’ya çıkarlar. Küçük vezir öldürülür. Derisine saman doldurularak burca asılır. Ama Derükyon / Maksud adında olan ve beylik eden büyük vezir kaçarak Alanya kalesine sığınır. Alanya kadısı olan İbn-i Maruf / Muarrif adındaki gizli rüşvet alan “mürteşi melun” ise, meğer Maksud’un manevî babası imiş. Vezir oğulluğunu çok iyi karşılamış, ziyafetler vermiş.

Bu noktada, özeti bırakıp tam bir alıntı yaparak, Ebü’l-Hayr’ın bu kadı için çizdiği portreye ve oradan yola çıkarak da köle asıllı olanlara niçin güvenilmeyeceğine dair yaptığı genellemeye bakalım:

“Meğer kadı, uğurlayın (gizlice) din tutardı. İçeri Frenk ile ili (geçimi, barışı) var idi, kul aslından Rum zürriyetinden idi. Ma’rûf adlı bir kişi bilip oğul edinmiş idi. Tohm-ı harâm idi. Atası dinine çekip dönmüş idi. Onun çün rüşvete ve zulme, illet ve hileye meşgul idi. Köle taifesinin ekseri din bâbında muhayyerdir (seçicidir, istediği gibi davranır), onlara meyl ve merhameti olağandır. Küffar [dan] gelmeğin gönlünden çıkmaz onların fiili. Meğer küçük gele, İslâm içinde büyüye, ta dine yakışa. Bu er dahi büyükle gelmişti.”

Görüldüğü gibi Ebü’l-Hayr, kendi isteğiyle ihtida edenlerden ziyade kölelik yoluyla gelerek din değiştirmiş ve özellikle de büyük yaşlarda geldiği için kendi doğum kültürüne yabancılaşmamış mühtedilerin aleyhindeydi. Ona göre böylelerinin kendi atalarının dinine sempati duyması normaldi. Velev ki söz konusu kişi bir kadı olsa ve İslâmî kültürü yakından bilse bile… Burada, Ebü’l-Hayr’ın bu görüşlerinin, Selçuklu dünyasındaki muhayyel bir olay üzerinden kendi zamanındaki köle / devşirme/ mühtedilere ve onları istihdam eden devlet adamlarına yönelik bir eleştiri olduğunu not etmiş olalım.

Hikâyeye dönersek, kul kökenli vezir ve kadı bir gece yarısı gemiyle kaçarak Frengistan’a giderler. Orada bir yıl kadar yaşarlar. Françe padişahı tarafından vezire ulu bir beylik verilir ve “Dermas” diye yeni bir ad konur. Kadı ise ulu bir keşiş olur ve “Civan” adını alır. Bunlar orada tek durmazlar. Dermas bir gün, “Bana leşker ve gemi versen, himmet edip göndersen, varıp Türk illerin gâret eylesem” der, Françe beyi de 16,000 asker ve 300 parça gemi verir. Doğruca gelir Rumeli’ne çıkarlar. Edirne üzerine yürürler. Sarı Saltık da gelir ve bu orduyu Enez kıyısındaki, Mekri kalesinde karşılar.

Mürted kadı, Müslümanların sadece haraca kesilip evlerinde oturmalarına izin verileceğini söyleyerek savaşmalarını engellemek ister ama Yunus Gazi adlı birinin mızrak darbesiyle atından düşer ve yakalanarak Saltık’ın önüne getirilir. Saltık da, “İmdi dön istiğfar eyle, seni koyuvereyin. Geri bizden ol” şeklinde bir teklifte bulunur. Fakat İbn Muarrif, “Server ben köleyim. Meylim atam, dedem dininedir. Çünkim mürted oldum dönmezem. Amma beni gel salıver, mal al” der. İlginç bir karşı öneridir ama Saltık kabul eder. Hem de ceddi Battal Gazi’ye bir göndermede bulunarak: “Ceddim Seyyid Cafer Gazi kim onun zamanında Akabe [‘Ukbe] Kadı kim kâfir idiğin bilip, onun hikâyeti Seyyid Battal kitabında malûmdur kim ol halife-i zamanın kazaskeri idi, uğurlayın din tutardı.” Battal Gazi, nasıl yedi kere ‘Ukbe’yi yakalayıp yine satmış ve ancak ondan sonra onu öldürmüşse, Saltık da kadıyı, vezire satacağını söyler.

10,000 altın fidye alarak kadıyı bırakır. Sonra savaşta üç kez daha yakalar. Belki döner diye öldürmeye kıyamaz ama kadıyı ikna edemez. Nihayet emreder, kadının derisini yüzüp içine saman doldururlar. Savaşın sonunda Maksud/ Civan da yakalanır ve öldürülür. Metnimiz, Sultan Alaeddin için ise, “Ham idi. Şiddet ile puhte (olgun) oldu. Uslandı” diyor. Alaeddin, Maksud’un duvar üzerine koyduğu “putları” yani heykelleri de kaldırmış. Konya kalesi yapıldığında Maksud, sultana “Server kal‘anın duvarında bir nişan ola analım” diyerek izin almış ve hisar duvarında “suretler” yaptırmış. Aslında yazarımız, “Henüz dahi durur” dediğine göre bu heykellerin kaldırılması noktasından çok da emin değil. Fazla dağılmayalım ama burada bahsedilen “putların”, Aleddin Keykubat zamanında Konya suruna konan meşhur heykeller olduğu açıktır. Saltık ise, Maksud’un eski dininde olduğunu, o heykeller konulduğu zaman anladığını söyler.

Ebü’l-Hayr’ın bütün bu kıssayı niçin aktardığı ise kurguladığı mutlu sondan anlaşılabilir:

“Daha ol vakit çün bu fitne savıldı, sultan vasiyet-nâme yazdı kim, ‘her sultan ulu vezirin ulemadan ede ve hem köleden sakına, vezir eylemeyeler’ dedi”. Selçuklu sultanının başına gelenlere (!) rağmen bu vasiyete, yazarımızın kendi dönemindeki Osmanlı toplumunda uyulmadığını söylememize ise pek gerek yok sanırım. Fakat bu dönemdeki Osmanlı toplumunda, kul cinsinden olup devlet içinde yükselenlere karşı bir kuşku olduğunu, bunların kendi atalarının dininde kalmakla veya gerçek inançlarını saklamakla suçlandıklarını söyleyebiliriz. Bu güvensizliğin gayet uzun ömürlü olduğunu da…

‘Ukbe (Akabe) Kadı’nın adı, Saltuk-Nâme’de sadece yukarıdaki bağlamda geçmiyor. Sultan İzzeddin Keykubat’a (sic) vezirlik yapan ‘Affan adlı bir “münafık” varmış. Saltık’ın yeminli düşmanı olan bu kişi için Ebü’l-Hayr , “ ‘Akabe kadının halkı kavmindendi, rüşvet-hor kimse idi” diyor. Şimdi o maceralara da girmeyeyim ama Saltık, “Hayr ola ceddim Seyyid Cafer Gazi ‘Akabe ve Velid’e [oğlu] etdiğin Tanrı korsa ben dahi ‘Affan-ı Pelid’e edem” diyormuş…

Battal-nâme’deki ‘Ukbe Kadı maceraları şu yukarıdaki kul kökenli hain vezirler kıssasından hiç kısa değil ama bir özetini vermeye çalışayım. Özelde Malatya halkı ve Doğu Roma, genelde İslâm ve Hristiyan dünyaları arasındaki bitip tükenmeyen savaşlardan birinde Battal Gazi, Hıristiyan bir saka kılığına girerek Rum Kayserini öldürür. Kayserin oğulları ve bazı diğer Rum önde gelenlerini ise tutsak eder ve öldürülmelerini emreder. Bizans tarafının ise daha ziyade yargıyı ele geçirmek gibi bir uzmanlığı olduğu anlaşılıyor çünkü ‘Ukbe burada sahne alıyor. Battal-nâme, “Meğer anda bir kadı var idi. Bağdat kadısı idi ve halifenin katında hürmetli kişi idi ve amma gizli kâfir idi. Gizli din tutardı” diye tanıtıyor ‘Ukbe Kadı’yı okurlarına ve dinleyicilerine.

İşte bu ‘Ukbe Kadı, öldürülmeleri emredilen Bizans prenslerini Müslüman olmaya ikna etmek gerekçesiyle Battal’dan izin almış. Prenslerle baş başa kaldığında ise, “Ben dahi Mesih’in kullarındanım ve zünnâr kuşanıram, din [deyin] imdi ben size ne dersem siz dahi kabul edin ve Kayser benim sırrım bilirdi ve daim benimle meşveret ederdi” diyerek kimliğini açıklamış. Ertesi gün ise Battal’a, onları Müslüman olmaya ikna edemediğini ama haraç ödemeyi kabul ettirdiğini söylemiş. Prensler bu koşulla serbest bırakılmış. Aslında, ‘Ukbe’den işaret gelmesini bekleyip saldırıya geçeceklermiş.

Böylece “köstebeklikten” sıkılarak işi fiiliyata döken ‘Ukbe, bir ziyafette Battal ve onun iki yoldaşını zehirler. Birisi Battal’ın lalası olan bu iki kişi ölür. Battal da ağır hastadır. Malatya emiri Ömer, halifeden tiryak ister ama ‘Ukbe, tiryakı götüren peyki kölelerine öldürtür ve yeni kayser Kostantin’e mektup yazarak harekete geçmesini söyler. Battal ise, Hazreti Muhammed’in türbesine komşu olan Rabia adlı bir “ahret hatununun” peygamber tarafından getirdiği bir panzehri içerek kurtulur. Hemen savaş meydanına koşar ve kayserin yüz bin askerini kırar. Fakat ‘Ukbe de halifeyi zehirler. Yeni halife ava gittiğinde ise onun sarayında olan kayserin kız kardeşini kaçırarak ağabeyine gönderir. Üstelik kızı kaçıranın Battal olduğu iftirasını atar. Battal sorgulanmak üzere yaşlı yoldaşı Abdülvehab Gazi ile birlikte Bağdat’a çağrılır. ‘Ukbe, Abdülvehab’ın boynunun vurulmasını halifeden ister. Böylece gerçek ortaya çıkacaktır. Bu emir verilince Battal, celladı bir yumrukta yere serer ve onun elinden kılıcını alır. “Ya halife onun günahını ispat eyle, andan öldüresin” der.

Karakuşî hükümler vermede haklı bir ünü olan ‘Ukbe ise, “Hay gördünüz mü halife yüzüne kılıç çeker, şimdi senin kanın helaldir” diye feryat etmeye başlar. Sonunda Battal, kaçırılan kızı bulmak için kırk gün mühlet ister. Bu zaman zarfında ‘Ukbe ve kayser arasındaki gizli yazışmaları ele geçirir. Kızı da bulur ve tam zamanında Bağdat’a ulaşır. Halifenin önüne ‘Ukbe’nin mektubunu koyar. O da, “Ey hoca bu ne ahvâldir, bu hat senin değil midir?” ve “Ben seni hod bir Müslüman sanırdım, sen hod münafık imişsin” der. ‘Ukbe inkâra kalkışınca da Battal, onun evini arar. Herhangi bir “küfür nişanı” bulamaz. Sonunda kilitli bir odayı açar, içinde samandan başka bir şey yoktur ama bir “günlük” kokusu gelmektedir. Battal samanları temizletir. Bir mermer kapak ortaya çıkar, kılıç elde aşağı iner. Yeraltında bir kilise ve iki de nâkûs çalan keşiş bulurlar. Sonrasında Battal, ‘Ukbe’yi, Kaysere satar. O da orada, bütün Rum vilayetinin kadısı olur ve hukukî yeteneklerini bu kez Rumların hizmetine sunar. Pazara getirilen öküze keçi, keçiye tavuk dedirterek o fiyatlarla adamlarına satın aldırır.

Bizanslıları bu tuhaf kadıdan kurtarmak da yine Battal’a kalacaktır. İstanbul’da Meheng adında “zâhirî kâfir suretinde” olan bir sadık dostu vardır. Onun davetiyle kılık değiştirip İstanbul’a gider. Kuyruğunun kesilip kendisine verilmesi şartıyla bir öküzü keçi fiyatına satar. Sonra demir çivilerle sağlamlaştırdığı bu kuyrukla, “Melun bu öküz kuyruğu mudur yoksa keçi kuyruğu mudur?” diyerek ‘Ukbe’yi hırpalar. Hikâye uzun, bitmez tükenmez maceralardan sonra Battal, ‘Ukbe’yi öldürür. Ama kuyrukla değil… Gizli din tutan diğer mürtedlere de reva görüldüğü anlaşılan diri diri derisini yüzerek…

YORUMLAR (2)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
2 Yorum