Selçuklu, Babaîleri Hâricîler olarak görmüştü
Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’ye göre, yenilen Babaîlerin kadın ve çocukları köle olarak orduya dağıtılmıştı.
Oyalanmaksızın konuya girelim. Hâlihazırdaki bilgilerimize göre sayıları çok sınırlıdır ama Babaîler’le ilgili Osmanlı arşiv kayıtlarıyla başlayalım. Hüdavendigâr Livâsı Tahrir Defterleri’ne göre Göynük kazasında iki ayrı mahalle “Babaylar” mahallesi olarak kaydedilmiş. Bu mahallelerden ilki “Mescid-i Yayabaşı İlyas” veya kısaca “Yayabaşı”, ikincisi ise “Ali Beğ Mescidi” veya kısaca “Ali Beğ” adlarını taşıyormuş. Bu iki mahallenin ayrıca adları olmasına rağmen “Babaylar” mahallesi olarak kaydedilmeleri buralarda bu adla bilinen bir topluluğun yaşadığını gösteriyor.
Babaylar / Yayabaşında, 1487’de, 40 hane ve 3 mücerred (bekâr), 1521’de 37 hane ve 19 mücerred, 1573’te ise 35 hane ve 42 mücerred kaydedilmiş. Babaylar / Ali Beğ’de ise aynı tarihler için sırasıyla; 23 hane ve sıfır mücerred, 21 hane ve 7 mücerred, 17 hane ve 25 mücerred görünüyor. Kasabanın sadece toplam hane nüfusuna bakılırsa büyük bir istikrar olduğu söylenebilir. Şöyle ki, 1487’de 268, 1521’de 271 ve 1573’te 273 hane bulunuyor. Yalnız, mücerredlerin nüfusunda ise yine aynı tarihler için tam bir patlama olduğunu kolayca söyleyebiliriz; sayılar 28, 99 ve 320 şeklinde.
Aynı tarihler için Hüdavendigâr’ın İnegöl, Yenice-i Taraklı, Beğ Bazarı gibi başka kazalarında da mücerred nüfus cidden artmış ama Göynük kadar değil. Göynük’ün mücerred nüfusundaki bu büyük artışın nasıl açıklanabileceğini bilmiyorum. Bunu, acaba Göynük’te ciddî bir derviş nüfusu bulunmasına yorabilir miyiz? Merhum Barkan, 1521’de bu kasabanın yedi ayrı mahallesinde Akşemseddin dervişlerinden (Bayramiyye / Şemsiyye) 32 kişinin bulunduğunu not ediyor. Akşemseddin’in yerleştiği ve vefat ettiği yer olan Göynük, acaba aralarında Babaîlerin de olduğu derviş grupları için giderek artan bir şekilde bir çekim merkezi miydi?
Nitekim önemli Osmanlı tarihi araştırmacılarından Irène Beldiceanu- Steinherr, bu kayıtlara dayanarak Göynük’ün Babaîlerden bir topluluğun gelip sığındığı bir yer olup olmadığını tartışmış ve bir makalesinde “Babaylar” kelimesinin “Babayîler” olarak okunabileceği görüşüne meyletmiş ise de daha sonra bu grubun bir Moğol oymağı olduğu görüşünü benimsemiştir. Ahmet Yaşar Ocak, eski harflerle “babaylar” kelimesinin “Babayîler” olarak okunabileceğine ve bu kelimenin, “Baba İlyas’ın unvanı olan ‘Baba’ kelimesinin Arapça nispet hâli olan ‘Babaîler’ kelimesinden başka bir şey olmadığı”na işaret ediyor. Naçizane ben de bu görüşe katılırım. Bahusus “Babaî”lerden söz edildiğinin çok açık olduğu durumlarda da kaynaklarda aynı yazılış varken…
Bu da bizi bir kez daha Geyikli Baba’ya getiriyor. Yine Hüdavendigâr Livâsı’nda, ama bu sefer İnegöl kazasındayız. Kulbar ve Geyikli Baba (Babasultan) adlı iki adet köy ve içlerinde bulunan çeşitli emlâk, Geyikli Baba Zaviyesi’nin vakıfları olarak kaydedilmiş. Bunların ilki için 1487’de düşülen “Karye-i Kulbar ki vakıfdır, Baba’ya, Bayezid Hundgâr’dan. Şimdi şeyh, mezkûr Sakar oğlu Muhammedî’dir” kaydından bu köyün I. Bayezid tarafından daha sonraki bir tarihte zaviyeye yapılan bir vakıf olduğu anlaşılıyor. İkinci köy, yani Geyikli Baba Köyü içinse aynı tahrirde “Karye-i Babaylar ki vakıfdır, Orhan Beğ’den, Baba’ya. Şimdi Sakar oğlu Muhammed tasarruf eder. Hane 34” kaydı var. Dolayısıyla, Geyikli Baba / Baba Sultan köyünün sakinlerinin “Babaylar” olduğunu açıkça görüyoruz.
Nitekim Sayın Hakan Yılmaz, Geyikli Baba hakkındaki bir makalesinde, bu köyün adının, Hüdavendigâr livasına ait 1455 tarihli, en eski vakıf defteri olan Kirmasti defterinde, “onun bir bâbâî şeyhi olduğunu vurgulayacak şekilde “Karye’-i Bābāyiler” olarak yazıldığını belirtiyor. Baba İlyas ve Şeyh Ebu’l-Vefa bağlantısı açıkça belirtilen tek Rum abdalı olan Geyikli Baba’nın köyüne, onun dervişlerinden dolayı Babaylar / Babayiler dendiğini düşünmek durumundayız ve bu adı müphem bir Moğol oymağına bağlamak için özel bir neden görünmüyor. Oruç Beğ Tarihi’nde de aynı kelimenin, bir “y” harfi fazlasıyla birlikte “Babayîler” şeklinde okunacak gibi yazıldığını belirtelim. Barkan’ın “Konya’da bazı aşiretler arasında ‘Geyiklü Baba dervişleri’nin” bulunduğu gözlemine dayanarak Geyikli Baba’nın “bu taraflardan gelmiş bir Türkmen kabilesine mensub olması” lâzım geldiği görüşünü ileri sürdüğünü de not edelim. Belki. Ama daha önemlisi, Geyikli Baba dervişlerinin sadece Bithynia ucunda değil, Anadolu’da daha geniş bir bölgede dağılım göstermeleridir.
Peki, arşiv kayıtları, Babaîlerin nüfusları veya kontrol ettikleri vakıfların büyüklüğü gibi somut konularda çok kısıtlı da olsa bir fikir edinmemizi sağlayabilir. Çok daha önemlisi, bu sayede, kroniklerdeki kayıtların doğrulamasını veya yanlışlamasını yapabiliriz. Fakat özellikle bu dönem için çok sınırlı olan arşiv kayıtlarında genellikle başı sonu belli (veya nispeten belli) bir hikâye anlatılmaz. Başka bir deyişle Babaîler veya herhangi bir grup için toplum katında algının ne olduğunu, nasıl düşünüldüğünü, zaman içinde bu düşüncelerin ne yöne doğru evrildiğini görebilmemiz için anlatı kaynaklarına hâlâ ihtiyacımız bulunuyor. Bugün çok daha bol ve çeşitli arşiv kaynaklarına sahip olmamıza rağmen bunları yorumlayacak tarihçilere nasıl ihtiyaç varsa, eski olayları ve onların aktörlerini anlamlandırabilmemiz ve tarihî bağlamları yeniden kurabilmemiz için anlatı kaynaklarına, kroniklere ve tarih kitaplarına olan ihtiyacımız da bakidir.
Ahmet Yaşar Ocak, Babaîler İsyanı adlı önemli çalışmasında, konusuna kaynak teşkil eden 18 ayrı metnin ilgili kısımlarının çeviri yazılarını ve gerektiği yerde de çevirilerini ek olarak vererek sorumlu bir tarihçilik örneği sergiliyor. Ocak ayrıca, bu kaynaklara topluca bakıldığında Babaîler isyanı konusunda “birbirine zıt iki eğilimi” benimsediklerinin görüldüğü gözlemini de yapıyor:
“Birinci grubu teşkil edenlerin, bu olayı ‘birtakım müfsitlerin isyanı’ ve liderini de sahtekâr olarak görmelerine karşılık, Oruç Beğ’den başlamak üzere, İbn Kemâl, Taşköprülüzâde, Nişancı Mehmed Paşa ve Hayrullah Efendi’den meydana gelen bir Osmanlı kaynak grubu, hâdiseyi tamamıyla Selçuklu sultanının zulmü sonucu meydana gelmiş bir vehmin eseri şeklinde değerlendirirler. Onlara göre Baba İlyas büyük bir velidir ve sultanın zulmüne kurbandır.”
Ocak, bu ikinci grubun kaynağının Elvan Çelebi’nin menâkıbı olduğunu da belirtiyor.
Tabii ki, temel veriler ve olgular konusunda bütün kaynaklar tamamıyla anlaşmış olsa bile geçmişte cereyan etmiş bazı olayların, görüşleri çok keskin bir şekilde bölebileceği tarihçiler ve başkaları için bir sır değildir. Büyük bir siyasal ve ondan da büyük bir sosyal olay olarak 13. Yüzyıldaki Babaîler ayaklanmasını rahatlıkla bu kategoriye sokabiliriz. Şimdi, bu çalışmada ek olarak verilen metinlerin hepsini birden ele almasak bile Ocak’ın verdiği ipuçlarından ve yukarıdaki alıntının bıraktığı yerden hareketle, Babaî ayaklanması hakkında Osmanlı kaynaklarında görülen bu çatallanmayı biraz irdeleyelim. Baştan söylemeliyim ki, 13. Yüzyıl Anadolu’sundaki merkezkaç eğilimleri temsil eden ve Selçuklu- Moğol rejimine karşı bir alternatif olarak ortaya çıkan Osmanlı toplumunda hadiseye Babaîler – Türkmenler cephesinden bakan kaynakları değil, Ocak vurgulamamış ama, Selçuklu resmî tarihçiliğinin görüşlerini benimseyerek yaklaşan Osmanlı kaynaklarını sıra dışı buluyorum. Buradan da belki en başlarından itibaren Osmanlı toplumunda tarihî olaylar hakkında görüş birliği oluşturacak denli bir homojenliğin değil, daha heterojen ve dolayısıyla daha çoğulcu bir yapının söz konusu olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
II. Murad’ın saltanatının başlarında çeviri- uyarlama yoluyla eserini oluşturan Yazıcızâde Ali’nin, Babaîler konusunda kaynağı Selçuklu tarihçisi İbn Bibi’nin El-Evâmirü’l- Alâiyye fi’l-Umûri’l-Alâiyye adlı eseridir. Osmanlıların, Oğuzların kıdemli boyu Kayı’dan geldiğini kanıtlamak için İbn Bibi’nin eserine eklemeler yapmaktan çekinmeyen Yazıcızâde’nin, Oğuzlar- Türkmenlerin desteklediği Babaî ayaklanması konusunda İbn Bibi’nin söylediklerini sadakatle çevirmiş olması biraz şaşırtıcıdır. Bu kaynağa göre, Babaîler, “Havâric” yani haricî zümresindendi. İsyanın lideri olarak gösterilen Baba İshak adlı Hâricî, Kefersûd (Adıyaman) adlı kasabadandı. Hokkabazlık ve büyücülükte mahirdi ve başında “mürid-şikârlık” (mürid avcılığı) sevdası vardı. Yerli halkla pek karışıp görüşmeyen ve yetkin olmayan din adamlarından başka kimselerden dinî bilgiler edinemeyen Türkleri kandırmıştı. Yazıcızâde / İbn Bibi onu, “dâim gözleri yaşlu gönlü zâr ve teni nizâridi ve zaîf âvâz birle söze âğâz kılur idi” kelimeleriyle tarif ediyor. Yani, sürekli gözleri yaşlı, ağlayan, zayıf vücutlu ve güçsüz bir sesle konuşmaya başlayan bir kişiymiş.
Ayaklanma için birkaç yıl önceden silahlarını hazırlayan Türk ve Türkmen boyları, beklenen işaret gelince şiddetle ayaklanmışlar. Malatya’daki Selçuklu komutanı Alişiroğlu Muzaferruddin’i, daha sonra Sivas iğdişbaşısı Hurremşah’ı yenmişler. Çok güçlü oldukları Amasya ve Tokat yörelerine ulaştıklarında Sultan Gıyaseddin Keyhüsrev, önlem olarak Kubadâbad adasına gitmiş ve Mübârizuddin Armağanşah adlı komutanını Amasya subaşılığıyla ayaklanmacıların üzerine göndermiş. Bu komutan “Baba”yı [Aslında İshak değil, Baba İlyas], tekkesinden çıkararak Amasya burçlarından asmış… Fakat buna rağmen kendisi de haricîlerle savaşta hayatını kaybetmiş. Müritler, karıları ve çocuklarıyla birlikte “Baba Resûlallah” diyerek savaşa giriyormuş. Sultan, Erzurum sınırını bekleyen ordusundan yardım istemiş. Bu ordu ve Selçuklu hizmetindeki Frenk paralı askerleri sonunda Kırşehir vilâyetindeki Malya Ovası’nda hâricîleri yenmiş, bir iki hamlede onlardan dört bin atlıyı öldürmüş. Direnmeye devam edenler de sonra öldürülmüş. Metin, “Üç yaşında oğlancıklardan gayri kimse diri komadılar” diyor.
Çok özet olarak veriyorum ama burada önemli bir nokta daha var. “Havâric’ün avrât ve etfâlini hums-ı hâss ifrazından sonra çeriye kısmet itdiler” ifadelerinden gayet açıkça anlaşıldığına göre, Selçuklu ordusu Babaîlere savaşta ele geçirilen Müslümanlara davranılması gerektiği gibi değil, aynen harbî gayrimüslimlere davrandığı gibi davranmış. Esir edilen kadınların ve çocukların beşte birinin ganimet olarak sultana gönderildikten sonra kalanının köle olarak askere dağıtılması Babaîlerin hiç Müslüman olarak görülmediklerini gösteriyor. Hür doğmuş Müslümanların, meşru siyasî otoriteye isyan etmeleri, yani bâgi olup “huruc ale’s-sultan” suçunu işlemeleri durumunda idamlarına cevaz verilse bile köleleştirilmelerinin yasak olduğu düşünülürse bu konuda karanlık her hangi bir nokta yoktur.
Bu açıdan, Babaîlere yapılan muamelenin, ayaklanan ve yakalanarak idam edilen Şeyh Bedreddin’e yapılan muameledense 16. Yüzyıldaki Osmanlı- Safevî savaşlarında, Osmanlıların, Safevî tebaası için düzenli olarak uyguladıkları köleleştirme cezasına benzediğini geçerken not edelim. Tabii ki bunu yapabilmek, yani küfrün cezası olarak istirkakı (köleleştirme) uygulayabilmek için Osmanlı idarecilerinin fetva makamının onayına ihtiyaçları vardı ve bu onay Şeyhülislâmlar Kemâlpaşazâde ve Ebussuud Efendi taraflarından verilmişti.
Her hâlükârda, resmî Selçuklu görüşünü yansıttığına hiç kuşku olmayan İbn Bibi’nin, kendisinden sonra Arapça, Farsça ve Türkçe yazan Anadolulu- Osmanlı müellif ve tarihçilerin epeycesinin Babaî ayaklanmasına bakışlarını doğrudan veya dolaylı olarak şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Mesela, Ahmet Yaşar Ocak, XIV. Yüzyılın Anadolulu yazarlarından Niğdeli Kadı Ahmed’in, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han için kaleme aldığı El-Veledu’ş- Şefik adlı Farsça eserinde bir cümle ile Babaîler isyanından bahsettiğini not ediyor. O cümlede Babaîlerin Kefersûd nahiyesinden huruç eden “Havâric” olarak anılması ise tesadüf eseri olmasa gerekir.
Ocak, aynı şekilde, 18. Yüzyılın hemen başında ölen Osmanlı tarihçisi ve Mevlevî şeyhi Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede’nin de Arapça Câmiu’d-Düvel adıyla yazdığı ve Sahâifu’l- Ahbar adıyla Türkçeye çevrilen meşhur tarihinde Babaîler isyanını, İbn Bibi’den özetlediğini not ediyor. Müneccimbaşı’nın fikirlerini önemsiyorum ama yerimiz müsait olmadığı için şimdi hiç girmeyeyim… Onun söylediklerini ve İbn Bibi / Yazıcızâde’den hiç etkilenmeyen bazı Osmanlı tarihçilerini sonraya bırakalım. Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki resmî Selçuk görüşleriyle taban tabana zıt düşen bu ikinci grup içinde İbn Kemal / Kemalpaşazâde gibi Safevîlerin köleleştirilmesine fetva veren ulema sınıfından bir tarihçinin de olması konunun ne kadar karmaşık olduğunu meydana koyuyor.