Trump’ın dış politika karnesi
Önümüzdeki hafta Salı günü ABD seçime gidiyor. Donald Trump dönemi bitiyor mu, yoksa ikinci bir dört yıl daha Beyaz Saray’da kalmaya devam edecek mi? Bu sorunun cevabı artık belli olacak. ABD’nin küresel gücünde azalma olduğuna dair tartışmalar bir tarafa, Amerikan başkanlık seçimleri hala dünyanın en yakından ve merakla izlenen siyasi olayı olmaya devam ediyor.
Trump, ABD’nin görece ekonomik gücünün azaldığı, Çin’in süpergüç haline geldiği, Rusya’nın etki alanının genişlediği, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin yükselişe geçtiği, Orta Doğu’da İsrail ve İran’ın gücünü artırdığı bir dönemde göreve başladı. İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çekilme sürecine girmesi, Avrupa’da aşırı sağın güçlenmesi, otokratik liderlerin başarı örnekleri olarak ön plana çıkması, bütün dünyada liberalizmin zayıflama trendine girmesinin işaretleri olarak görülüyordu. Bu ortamda, özellikle beyaz orta sınıf arasında yükselen anti-globalizm ve milliyetçiliği iyi kullanan Trump, “Yeniden Büyük Amerika” sloganıyla, dış politikaya değil, halkın kendi ekonomik sorunlarına öncelik verme vaadiyle başkan seçildi.
Trump’ın 2017’de göreve başlama konuşmasında ifade ettiği şu sözler, onun dış politikaya bakışını da özetliyor:
“Kendi sınırlarımızı savunmak yerine, başka ülkelerin sınırlarını savunduk. Trilyonlarca doları ülkenin dışında harcarken, Amerika’nın kendi altyapısının tamir edilemez ölçüde çürümesini seyrettik. Kendi ülkemizin refahı, gücü ve kendine güveni gözlerimizin önünde yok olurken, biz başka ülkeleri zengin ettik.”
Trump nerede ne söyleyeceği belli olmayan bir lider imajı çizse de, dış politikaya dair görüşlerinin stratejik bir bütünlük oluşturduğu ortada. Trump, Henry Kissinger ve John Mearsheimer’dan etkilenen, anti-küreselci bir realist vizyonu uyguladı.
Bu açıdan, Trump dış politikası Obama’nın “Asya’ya yönelim” stratejisi ile bir süreklilik arzediyor. Aralarındaki keskin diplomatik stil ve üslup farkına rağmen, iki başkan bir çok konuda benzeşiyor. 2003’de Irak Savaşı’na muhalefet etmiş olan Obama ve Trump, önceki dört başkandan farklı olarak, savaş ve operasyonlardan uzak durmayı ve askeri mevcudiyeti azaltmayı öncelik olarak kabul ettiler. Her ikisi de keskin ve bağlayıcı dış politika doktrinleri ortaya koymaktan kaçındılar.
Trump, ABD’nin bu yüzyılda karşı karşıya olduğu en önemli ekonomik ve siyasi tehdidin Çin’den geldiğini düşünüyor. Ona göre, küreselleşmenin artırdığı sermaye transferleri, Amerikan ekonomisinin altını oyarken, Çin’in gücüne güç kattı. Son bir yıldır da Trump, Kovid-19 pandemi krizini Çin karşıtı söylemini güçlendirmek için kullandı.
Trump “yabancı ülkelerin bizim ürünlerimizi üretmesi, bizim şirketlerimizi çalması ve bizim işlerimizi elimizden almasına karşı kendimizi savunmak zorundayız” diye konuşuyordu. Dört yıllık sürede de seçmene verdiği sözü tutarak, göçmenlere karşı adımlar attı, NAFTA anlaşmasını iptal etti ve Çin’den ithalata getirilen gümrük vergilerini artırdı.
Trump’ın Çin’e karşı son derece sert söylemine karşı, Rusya konusunda aşırı ılımlı bir tavır sergilemesi, hem kendi partisi içindeki şahin kanadın, hem de Avrupalı müttefiklerinin tepkisini çekti. Bunun nedeni, Amerikan istihbarat kurumlarının raporlarının teyit ettiği üzere, 2016 seçimlerinde Trump lehine seçim sürecine müdahale etmesi değildi.
Trump’ın Rusya ve Çin konusundaki tavrı, çok daha derin bir stratejik dönüşümün yansımasıdır. Bu vizyona göre, ABD, gücünü Avrupa yerine, asıl gerilim noktası olan Asya-Pasifik’e yoğunlaştırmak zorundadır. ABD, Soğuk Savaş zihniyetinden çıkarak, Japonya, Vietnam, Hindistan, aynı zamanda Rusya ile stratejik işbirliği yoluyla, Çin’i kuşatmalıydı. Nasıl ki ABD, 1972’de Çin’i yanına çekerek Çin-Rusya arasındaki ittifakı kırmayı başarmışsa, bugün de, bir Rus-Çin yakınlaşmasını, bu defa Rusya’yı yanına çekerek, engelleyebilir. Zira, bu görüşe göre, Rusya, Çin’in aksine, ABD için küresel tehdit oluşturma kapasitesine sahip değildir.
Ancak sorun şu ki, bu durum, ABD’nin Rusya tehdidini üzerinde hissetmeye devam eden Avrupalı müttefiklerini tedirgin ediyor ve bölgedeki zayıf ülkeleri Rusya karşısında çaresiz duruma düşürüyordu. Zaten Rusya da Batı’nın bu kafa karışıklığını fırsata çevirerek, Karadeniz ve Akdeniz’deki yayılmacı stratejisiyle, etrafındaki tüm bölgenin hegemonik gücü haline geldi.
Trump’ın NATO’yu zayıflatarak, Rusya’ya alan açması karşısında, Avrupa’nın kendi güvenlik stratejilerini bağımsız olarak uygulaması kaçınılmaz olacak. Bu ise, Fransa’nın Akdeniz’de, Almanya’nın ise kıtasal Avrupa’da büyük askeri güçler haline gelmesine neden olabilir. Şüphesiz ki ABD-Rusya yakınlaşması, ABD’nin Avrupa ile ilişkilerini ve Avrupa’nın kendi geleceğini çok derinden etkileyecek.
ABD’nin Batı Asya’dan Doğu Asya’ya çekildiği, Çin ve Rusya’nın güçlendiği bir dünya sisteminde Orta Doğu ve İslam Dünyası nasıl şekillenecek, bütün bu gelişmeler Türkiye’yi nasıl etkileyecektir? Dikkatle düşünmemiz ve analiz etmemiz gereken sorular.