Bu modelin sonu iflastır
Yıllardır bazı şeyleri sıkça tekrar ediyorum.
Çünkü, temel sorunlarımız anlaşılmak istenmiyor ve çözüm bulunmuyor.
Sorun ortaya çıkıp-somut sonuçlar vermeden sokaktaki vatandaş için hiç bir önemi yoktur. Ama yöneticiler ve işin uzmanları açısından sorunun oluşum döneminde tespit edilerek çözülmesi önemlidir.
Ocak 2003-Ocak 2018 döneminde tam 2.754.130 bin dolarlık yabancı ülkelerden ürün satın almışız. Aynı dönemde yabancılara 1.777.384 bin dolarlık ürün satabilmişiz.
Dış ticaret açığımız 976 milyar 746 milyon dolar olmuş.
Dış açık sadece enerji ithalatından kaynaklanmıyor. Enerji dışında da çok ciddi açık veriyoruz.
Hatta en vahimi de şu; kur artışına rağmen ithalatımız azalmıyor. Ve de kur artışına rağmen ihracatımız da artmıyor.
Üretim süreçlerimizin de ithalat bağımlılığı çok yükseldi.
Aynı şekilde ülkemizin de yabancı sermaye ihtiyacı her yıl istikrarlı şekilde devam ediyor.
İyi ama, ekonomik olarak yabancı ülkelere (yüzde 87’si AB ve ABD) bu kadar göbekten bağlıyken, siyasal olarak nasıl meydan okuyabiliyoruz? Nasıl yerli ve milli söylemiyle hareket edebiliyoruz?
Ocak 2003-Ocak 2018 arasında tam 555 milyar 411 milyon dolar cari işlem açığımız oluşmuş. (Dış ticaret açığından turizm gibi hizmet gelirleri düşülünce kalan net açık)
Lakin yabancılar bize aynı dönemde 642 milyar 338 milyon dolar yollamışlar. Yani her yıl açığımızı yabancılar kapatmış.
Peki, biz 642 milyar doları alınca ne yapmışız? Fabrika yatırımı mı? Yani daha yüksek üretim mi?
Hayır..
İnşaat yapmışız. Parayı ulufe gibi yoksullara dağıtmışız.
Devleti şişirdikçe şişirmişiz. Nerede ise her yıl yeni vergi ve vergi artışı ile özel sektörün boğazına yapışmışız. Ama sakın ha yanlış anlamayın. Rant kesimine vergi getirip-atıl sermayeyi cezalandırdığımızı sanmayın.
Kim ki üretim yapmış, kim ki yatırım yapmış...Yolunacak kümesteki kaz misali üzerine atlamışız.
Finans sistemine bir türlü temel çözüm üretmemişiz. Herkesi kredi-faiz bataklığına mahkum etmişiz. GSYH’nın yüzde 12’sinden yüzde 70’in üzerine çıkan kredi oranına rağmen üretim gücümüz GSYH’nın yüzde 20’sinden yüzde 15’lerine gerilemiş.
Gizli bir el ülkemizin üretim gücünü bitiriyor. Ama buna sesimiz çıkmıyor. Yabancının parası ile şişen ekonomimizi övüp duruyoruz.
2001 krizinde IMF-Derviş eşliğinde yazılan ve miadı 2006-2007’lerde dolan “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programını hala uyguluyoruz. Aklımız kesip de tüketim odaklı bu program yerine, üretime dayalı yeni bir program dahi yazamıyoruz.
Bir elimizle 3 kuruş veriyor gözükürken, diğer elle 30 kuruş alıyoruz. Merkez Bankası parasal sıkışıklık yapıyorum derken, maliye politikası ile piyasaya para saçıyoruz. Sonuç ortada:
-50 milyar doların üzerinde cari açık
-Emsallerine karşı son iki yılda yüzde 80-100 değer kaybeden bir TL
-Çift haneli enflasyon
-Çift haneli işsizlik
-Artmayan maaşlar
-Bozukluğu bir türlü düzelmeyen gelir dağılımı
-ve eriyen orta sınıf...
Evet, Türkiye’de şu an en ciddi sorunlardan biri de eriyen orta sınıf meselesidir. Nasıl ki bu ülkede üretim cezalandırılıyorsa, aynı şekilde okumakta cezalandırılıyor. Beyin göçü en yüksek ülkeyiz. Cahiller bu gidenlere “hain” gözü ile bakarak sevinebilir. Ama geriye köylü (çiftçi değil- aptal kurnazlığı diyelim) zihniyetinde bir toplum olarak kalabiliriz.
Son 30 yılda yaşadığımız 3 ekonomik kriz -V- şeklindeydi. 4 çeyrek çöküş ve ardından 4 çeyrek çıkış. Lakin korkarım ki, yeni bir kriz yaşar isek bu süreç -L- şeklinde olabilir. Yani, krizden çıkışımız öyle kolay olmayabilir.
İşte o nedenle ısrarla tekrar ediyorum: Lütfen bir an önce temel önlemleri alalım. Çeyiz hesapları ile bu ekonominin düzeleceği yok. Çalışma hayatının bütüncül reform edilişinden, vergi sisteminin bütüncül değişiminden, kamu harcama sisteminin bütüncül değişiminden, finans sisteminin bütüncül değişiminden vs vs başka çözümümüz yok.
Ev alev almak üzere ama ev yöneticileri bir bardak suyu reform diye satıyor. Mevsim yaz ve kurak. Aylardan Temmuz-Ağustos...Bir damla su yağmıyorsa gökten, bir de ateş başlarsa evde bizi itfaiye bile zor kurtarır. Haberiniz olsun...