Özlem!
Bu bir ekonomik kriz değil, Bu bir buhrandır.
Bunu da iki aşamaya ayırmıştık: 1- Kriz aşaması 2- bunalım aşaması ve toplamına da buhran demiştik.
Ekonomistler bu ekonomik sürece zaman boyutu açısından çeşitli isimler verirler. 1994, 2001 ve 2008-09 krizleri -V- çeklinde oldu.
Bu sefer ne şekilde olacak?
Bunun zaman boyutu açısından -U- şeklinde olacağını söyleyenler de var; -L- şeklinde olacağını söyleyenler de... Her iki sürecinde zaman boyutu uzun elbette.
Ben bu süreci işsizlik, fakirlik, yoksulluk üzerinden değerlendirdiğimde krizin kesinlikle -L- şeklinde uzun süreceğini dile getiriyorum.
Aslında bu bakış açıma göre Türkiye 2015 yılı dahil bir kriz içerisindedir. Çünkü işsiz sayısı ve işsizlik oranı 15+ nüfusta, ülkemiz için kritik eşik olan %5,0 seviyesinin üzerine o yıl çıkmıştır.
Bakınız 2001 krizinde 15+ nüfusun işsizlik oranı 2002 ve 2003 yıllarında yüzde 5,14 ve 5,10 olmuştur. 2009 ve 2010 yıllarında ise yüzde 5,97 ve 5,17 ila yine kritik eşiğin üzerine çıkılmıştır.
Oysa 2014 yılında yüzde 5,01’e çıkan işsizlik oranı, sonrasında hiç yüzde 5,0 eşiğin altına düşmemiştir. Tersine her yıl artışını sürdürmüştür.
2015: %5,28
2016: %5,67
2017: %5,77
2018: %5,83
2019: %7,27
Aslında 2018 yılı ortasında başladığı ilan edilen ekonomik kriz öncesi 2017 yılında bile, bu ülkede 3 milyon 454 bin işsiz vardı.
Bu işsizler kimin işsizleridir?
Paul Krugman neo-liberalizmde ülkelerin GSYH’ları artarken insanlar fakirleşiyor diyor. Aslında Krugman tam da bizi ifade etmişti.
Bizim ülkemiz kadar GSYH artışı ile toplumun fakirleşmesi arasında bir bağ hangi ülkede kurulabilmiştir?
Liderimiz meydanlarda ülkeyi 3 kat büyüttük derken, arka planda işsizler ordusunun bu kadar büyüdüğü kaç ülke daha vardır?
***
Dün Atilla Yeşilada köşesinde “Kayıp yıllar” başlığı ile bir analiz yazdı. 2023 dahil kimse bir şey beklemesin diyor veriler eşliğinde.
Aynen katılıyorum.
Açıkçası 2015 yılında başlayan yüksek işsizliğin en az 2023 yılı dahil artacağı aşikardır. Her yıl 700 bin civarında insana yeni iş alanı yaratmak durumundayız. Oysa 2018 yılından beri mevcut işleri bile koruyamıyoruz.
Ve bu durumun kesinlikle devam edeceğini de biliyoruz. Nasıl mı?
Bakınız vergi politikasında bir ana felsefe vardır: Devlet fazla sermayenin verimsizliğinden vergi alır ve kamusal hizmetleri daha verimli ülke olmak için yerine getirir.
Ayrıca devlet yatırım ve istihdam sağlayarak da büyümeyi teşvik eder.
Şimdi bakalım ülkemize:
2020 yılının ilk 4 ayında kamu düzeni ve güvenlik hizmetleri için 29 milyar 678 milyon lira para harcanmış. Siz hiç verginiz ile sokakta bekçiler ve polisler tarafından dövülerek veya vurularak sağlanan kamusal güvenlik hizmeti gördünüz mü?
İlk 4 ayda 46 milyar 443 milyon lira harcanarak verilen eğitim hizmetine bakınız. Siz hiç verilen eğitim hizmeti ile pozitif bilimlerin bu kadar dışlandığı, inançsal eğitimin bu kadar desteklendiği geniş bir yozlaşma sistemi ile karşılaştınız mı?
Sadece 4 ayda 4 milyar 845 milyon lira harcanan ‘Mahkeme Hizmetleri’ ile adaletin geldiği noktayı bir düşünün. Acaba harcanan para ile adalet mi sağlanıyor, yoksa adaletsizlik mi?
Burada değinmek istediğim temel mesele şudur: Kamu-Devlet bazen fazla para harcayarak tam da kamusal düzenin bozulmasında bizatihi etkili olabilir.
Bugün ülkemiz bir verimsizlik ve yozlaşma çıkmazındadır. Ama maalesef asıl tehlike, her yıl artan bu bozulmanın-yozlaşmanın etkileri ile daha da kötüye gitmektir.
Sadece arada tümseklerde zıplayarak hızla yokuş aşağıya iniyoruz.
Bu süreç bir temel yönetim anlayışının sonucudur. Kişisel hataların yansıması sadece birer göstergedir. Depo sorunlarla dolmuş ve taşmaktadır. Sonuçları değil bu sonuçları doğuran süreci veya nedenleri düşünmemiz gerekiyor.
Kim derdi yıllar sonra özgürlüğü, refahı ya da kısaca yetmez dediğimiz geçmişi bile özleyeceğimizi...